Öğretmenim, canım benim!

Öğretmenim, canım benim!

Asuman Susam
06 Mart 2013

Öğretmenlik kutsal bir meslek değil. Büyülü bir meslek. Ama o büyüyü öğretmen asla tek başına yaratamaz. Aşka dair aynı hazır oluşlukla hareket edilebildiğinde, bu aşk her yerde her zaman büyüler insanı. Bu aşkı yaşadım ben, büyülendim de büyüledim de…

Yazmak, hem yazgı’mdı hem seçimim… de şu öğretmenlik denilen, kimilerinin kutsallık atfettiği altın bileziğin kolumda ne işi vardı?

Öğretmen olmayı hiç düşünmemiş, istememiş ve seçmemiştim; doğama ve inandıklarıma da tersti, sekülerleştirilmiş dinlere karnım toktu. Tarihin bireyi ‘normalleştirme’, istediği kalıba sokma alanlarından biriydi okullar ve onun düzen koruyucularından, inşacılarındandı öğretmenler. İşaret parmağını yüzüme yüzüme sallamalarından, ben öyle diyorsam o öyle olacaklarından, beni ve herkesi hizaya sokmaya çalışmalarından, yüzüme tükürüklerini saça saça konuşmalarından, basmakalıplıklarından, bizi hep o çemberin içinde tutmak için var güçleriyle uyguladıkları stratejilerinden hep kaçtım öğretmenlerin. Öyle olağanüstü bir sevgim hiç olmadı onlara karşı, iz bıraktılarsa da hayranlığın değil; hayal kırıklığına uğramanın izleriydi onlar. Ama hayat işte. İstemediğin ot burnunun dibinde bitiveriyor da, yerken fark ediyorsun.

Lisede vermiştim çoktan kararımı

Okuma yazma öğrenir öğrenmez, o ezelden gelen, sezgiyle büyüyüp serpilen sözcüklerden dünyalar kurma iptilası musallat oluvermişti başıma. İlk şiir defterim ilkokul üçüncü sınıftayken olmuştu. Babamın, çiçekleri tanıyayım diye bir botanik dergisinden kestiği fotoğraflarla bezeli ilk şiir defteri… Annem sıkıcı bulurdu yazdıklarımı. İlk öğretmen anneler; anne yarısı –nedense hep kadın oldukları varsayılan– öğretmenler… Ne o öyle kuzular, çayırlar çimenler, şırıl şırıl dereler, başka şeyler de yazmalıymışım, derdi annem. Böyle demeseydi, güzel anne şiirleri de yazabilirdim belki. Ortaokulda şiir yarışmaları, kazanılan ödüller… Yazdığımı hiç mi hiç fark etmeyen, önemsemeyen öğretmenlerin elinde sönüp sönüp gittiler. Sonra ödüllere ve yarışmalara tövbe ettim. O tövbeyi kendim için hiç bozmadım; öğretmen oldum, hiçbir öğrencimi yarışmalara teşvik etmedim. Belki yardım ve yataklık etmiş olabilirim. İnatçıydım çok, bu inat her yerde işe yaramadı; ama yazma hevesine inadın da eklenmesi sanırım beni bugünkü Asuman yaptı. Tabii yaş aldıkça, kör inat yerini bilinçle, farkındalıkla aydınlanmış bir kararlılığa, çalışkanlığa, sebat etmeye bıraktı.

Lisede vermiştim çoktan kararımı ya, edebiyat okuyacaktım; ama asla öğretmenlik değildi istediğim. Varım yoğum yazmak, düşünmek, yaratmak; yaratılanların dünyasında hayranlıkla, hayretle kaybolmaktı. Edebiyattan başka hiçbir dersle ilgilenmeden –evet, kabul, biraz da haytalık ederek ve dershaneye gitmekten ilk ayın sonunda vazgeçerek– girdiğim yarışta ikinci tercihimi yakalamıştım Allah’tan: Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü.

Ve hayal kırıklığı…

İstanbul ekolünün devamcısı hocalarla pek havalı bölüm, benim için tam bir hayal kırıklığı oldu. Türkoloji çalışmaktan bir türlü edebiyata gelemiyordu sıra; en azından benim beklediğim anlamda. Ama kantinler sağ olsundu. Çernobil sonrasının ucuz çayları, kesif bir sigara dumanı, ekilen dersler, kantinde okunan, tartışılan kitaplar, dergiler, politik süreçler, yazdıklarımızın alışverişi… Bir de ara sıra aşağıda, bodrumda yani, morgdan bozma bir kantinin olduğunu, oranın da başka bir “derin okul” olarak işlediğini fark eden ufku geniş hocaların korsan dersleri… Deneyimlenen her şeyin bir gün bir faydası olacaktı.

Muhafazakârlığın türlü, tuhaf baskısıyla kendi gibi olmayanı dışlayan bölümle yıldızım hiç barışmadı. Tek hedefi okulda kalıp akademik çalışmalar yapmak isteyen; ama bunun imkânsızlığını çoktan görmüş biri olarak, üniversite yuvam olamazdı; çabucak anlamıştım. Ama ne olacaktım? En kötü ihtimalle öğretmen… Kader anı sinsi sinsi yaklaşmaktaydı.

Zaman, biz üniversiteli kızlar için, “Hayırlı bir kısmet çıksa,” günlerinin çoktan geride kaldığı zamanlardı ya da ben bu fikri eze eze, ailemin zihninden çıkarmayı bir güzel başarmıştım. Ama başka bir hayırlı işin peşine tutkuyla düşeceklerini hiç hesaba katmamıştım. Bütün arzuları benim bir an önce çalışma hayatına atılmamdı. Şaka gibiydi, ciddiye alabilsem iyi olacaktı; ama olmadı, buradaki arzunun hileli tuzağını göremedim. Önüme çıkan ilk işe evet demeyi marifet zannettim. Yeni bitmişti okul, biraz soluklanmalı, bir içime bakmalıydım değil mi ya?… Derken, üretimden gelen gücümün kısa bir süre sonra posasının çıkarılacağının sezgisiyle ‘tembellik hakkı’mı peşin peşin kullanırken gelen bir telefonla görüşmeye çağrıldım. Büyük bir dersanede ani bir değişiklik olmuş ve sene ortasında zorda kalmışlar, öğretmen arıyorlarmış. Stajyer yetiştirmeyi de planlıyorlarmış. Aklı bir karış havada öğretmen adayı, ki öğretmen olmayı hiç hayal etmemiş, ilk iş görüşmesinde iş sahibi oluvermişti.

Tamam mıydım bilmiyorum, ama artık ülserliydim

Ve böylece başladı dersane öğretmeni olarak beş yıllık macera. Bir ay bölüm başkanıyla ders takibi… Sonra, “Tamamsın sen, derse girebilirsin,” dediler. Tamam mıydım bilmiyorum, ama artık ülserliydim. Sorumluluğun yükü, korkusu, endişesi… yel değirmenlerine karşı savaşa gidiyordum sanki. Bendeki deli cesaretiydi sanırım. Bir de nasıl bir özgüven vardıysa üstümde…

Madem bana çok güveniyorlardı, ben de onların denetleme yöntemlerini reddedecektim. Öyle ya beni birdenbire atıveriyorlardı derin sulara, güveniyorlardı demek; o halde denetlenmek de ne oluyordu! Bölüm başkanının örnek ders izlemesini engellemek için neler neler ettim. Çekinme, korku falandan daha beter bir duyguydu bu denetlenmeye karşı duruş. Daha sonra müfettişlerle yaşam boyu karşılaşmalarımda, denetlenmeyi başka türlü bir karşılıklı iletişime dönüştürmenin türlü yollarını denedim tabii. Donanımım, özgüvenim, çalışkanlığım ve iç disiplinim itirazcı bir öğretmen olmamı, itirazlarımın dinlenmesini ve onlara saygı duyulmasını kolaylaştırdı. Öğretmenlik bir iletişim sanatıydı. Neyi nasıl söyleyeceğin, o şeyin kabul görmesinde birincil etkendi. Bunu ne öğrencilerimin yanında ne de yönetimlerin karşısında hiç unutmadım. O ilk yılın sersemliği içinde başka şeyler de öğrendim. Hangi işi yaparsak yapalım, hele ki insan insana iletişim sanatının içinden bir işse bu, dürüstlük, içtenlik, saygı çok önemliydi. Ama öğretmenlikte, bunlardan da önemlisi, vicdan ve adalet gerekliydi.

Sıkılıyorduk ve bir “başkalık” şarttı

Ne yazık ki terütaze, heyecanlı bir öğretmen için dersanede çok sıkıcıydı her şey. Haftada en az beş kez aynı düzeyde tekrarlanan dersler: Sıfatlar ve özellikleri… “Kendi” zamirinin iyelik çekimleri neydi arkadaşlar?.. Başlığımız, belirteçler ve türleri… Edilgen çatılı eylemlerde… Ben sıkılıyorsam, öğrenciler kim bilir ne haldeydi?

Sonraları başka bir şey daha öğrendim: Birlikte eğlenmediğiniz ders, ders değildir. Birlikte öğrenmiyorsak da, hiçbir şey kalıcı değildir. Dersanenin o sadece “öğreten” havasına bir başkalık getirmek lazımdı. Eh, cümle mi çözümleyeceğiz, Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna’sından bir cümle… Yazılır çözümlenirken araya sıkıştırılan yazar-yapıt bilgileri: Bu aralar içinizde en çok aşk acısı çeken, şu Cemal Süreya şiirindeki isimleri bulsun… En anarşistinize meydan okuyorum, Ece Ayhan’ın şu dizesini kurallı bir cümle haline getirsin… Dersin hedefleri tamamlandıktan sonra, öğle arasında bu heyecan verici metinlerin dağıtılan, elden ele dolaşan fotokopileri… Bu öyle bir hal almıştı ki, kimi sınıflarda yanlışsız çözülen testlerden sonra şiir molaları vermeye başlamıştık.

Öğrenciyle her şey iyi güzeldi. Zaten öğretmenliğin en güzel, doyumsuz yanı sınıf içidir. Ve dışardan bakan herkes öğretmenliği yalnızca bu sanır. Hazırlanan raporlar, yetiştirilmesi gereken soru yazımları, hafta sonu mesaileri, ders saatlerinin yükü, sınavların okunması, bitmek bilmeyen hizmet içi seminerleri, durmadan değişen kurallar, kanunlar, yönetmelikler… Bir de üstüne “Kadın için en ideal meslektir öğretmenlik!!” demezler mi! O kadar bize uygundu ki, okul bitiminde, biz mesaimizi yaparken, çocuklarımız boş sınıflarda, koridorlarda, annelerinin işlerinin bitmesini beklerlerdi. Eve geldiklerinde yemeklerinin hazır olmasını, dersleriyle ilgilenilmesini, dersleri yoksa sosyal hayata anneleriyle karışmayı beklerler, beklerlerdi. Bilmem kaç parçaya bölünen anne-öğretmen, bir de yazarlık ipinde cambazlık yapmaya da kalkmışsa ruh, beden pare pare…

İstifa et ve uzaklaş hemen

Devlet hiç işverenim olmadı. Hep özel sektörde çalışmış biri olarak “insan öğüten sistemdir” diyebilirim öğretmenlik için. Hele de yazmaya kendini adamış biriyseniz, durumunuz iyice trajikleşecektir.

Yazmak, hayatla aranızdaki kanalların açık olmasını gerektirir. Gürül gürül akmak zorundadır hayatın özsuyu. Değilse kuruyup gidersiniz. Oysa dershane öğretmeninin, tecritteki mahkûmdan çok da farkı yoktur. Yıl içindeki tüm enerjiniz, yazın gelip çatacak olan bir buçuk aylık tatile odaklıdır. Onun da keyifli geçebilmesi, yıl sonunda yapacağınız sözleşmeye bağlıdır. Yıl sonunda birdenbire işsiz kalma riskiniz de büyüktür. Bu risk sizin için yoksa en yakın çalışma arkadaşınız için vardır. Siz sözleşme odasından imzanızı atıp çıkarken, bir başkasının isyanıyla ya da efkârlı gözleriyle karşılaşabilirsiniz. O nedenle “Yok,” dedim, “bu bana göre değil. İstifa et ve uzaklaş hemen.” Hayatım boyunca da bu böyle olacaktı. Duyarsızlaşmanın başladığını hissettiğim, çürüme ve yozlaşmaya karşı kavga ettiğim ve değiştiremeyeceğimi gördüğüm yerlerde boğulmak ya da çürümek yerine, oralardan hep gittim.

Yazıyorsa insan ahlaki ve vicdani olarak temiz ve taze kalmak zorunda. Mesleki deformasyon, o meşhur kurbağa deneyindeki gibi sizi haşlayıp pelteleştirebilir. Benim ise bir yerde kalırken de, oradan giderken de ölçütlerim hep şunlar oldu: Heyecan duyuyor muyum, sevgi üretebiliyor muyum, ben de değişip beslenebiliyor muyum? Herçek anlamda bir iletişim mi yaşadığımız? Sınıfın dışı, hiçbir zaman birinci elden ilgilendirmedi beni. Sorumluluğum hep öğrencimeydi. Onlarla büyüdüm, güzelleştim, zenginleştim ben. İnanılmaz güzel anlar, anılar biriktirdim.

Kötü olan bir şey kalmamış içimde

Okullar, okuma ve yazma aşkımı bulaştırmanın mekânları oldu. Okumaktan, edebiyattan nefret eden öğrencilerim de oldu elbet. Çoğu zaman bana sevgilerinden, gıklarını çıkarmadan tahammül ettiler kendimden geçmelerime.

Öyle sınıflarım da oldu ki, hep birlikte kendimizden geçtik. Devletin şimdilerde okullarının kapısından sokmak istemediği Fareler ve İnsanlar’ı yalnızca okumakla kalmadık onlarla, filmini de izledik; birlikte tartıştık da. Biz onu müstehcen değil hüzünlü ve dokunaklı bulmuştuk. Sezai Karakoç’un Monaroza’sına da bayıldılar, Nazım’ın mini minnacık kadınına da. Bıçkın oğlanlar Atilla İlhan sevdiler; Ahmet Kaya’dan da bestelenmiş İlhan şiirlerini dinlediler. Kafka’nın Gregor Samsa’sından sonra herkes kendi böceğini çizip astı duvar panosuna. Alp Ertunga kahramandıysa, onlar da kendi zamane kahramanlarını yaratıp, sagularını yazdılar. Fuzûlî kadar âşıklık istidatları yoktu henüz; ama onun sabah rüzgârını da hissetmeyi başardılar. Metaforu, Neruda’nın Postacı’sı ile anladılar, sonra kendi metaforlarını kurdular, şiire bir adım yaklaştılar; aruzlu beyit yazmayı denediler, “Oo zormuş hocam,” dediler, manilerle atıştılar, üzerine rap söylediler…

Öyle bir sınıfım vardı ki, velileri dahil herkesin umudu kestiği, “Bunlardan adam olmaz,” dediği… Onlarla müthiş bir Nazım Hikmet gecesi çıkardık. Kimse inanamadı, herkes hayran kaldı. Disiplin odalarındaki kambur çocuklar değildiler, dimdiktiler sahnede. Şaşırdılar, unuttular, atladılar dizeleri belki ama kendi şiirlerini yarattılar. Onlardan bende kalanlar, içime bakınca görüyorum ki, böyle mutluluklar. Kötü olan bir şey kalmamış içimde. Onlarda bir şeyler kaldı mı, kalanlar ne, bilmiyorum tabii. Ama gelen telefon ve mesajlarla hâlâ gönendiriyorlar beni.

Sözün gücü giderek azalıyor

İlk çalıştığım okulun genel müdürü, özel bir konuşmada, “Devlette çalışsaydınız, üç ay bir okulda zor kalırdınız, Asuman Hanım,” demişti. Doğru söylemişti.

Tüm güzel şeyleri taşıyabilmeniz için kurumun da size güvenmesi ve özgür bırakması gerekli. Ben şanslıydım bu anlamda. Ne istediysem yapabildiğim okullarda çalıştım. Sonra başka zamanlar geldi. Sözün etki gücünün giderek azaldığını, dipten gelen yeni nesillerde yavaş yavaş hissetmeye başladık. Belki de tuhaf gönül yorgunluklarıydı birikenler. Ne Nursel Duruel’in Geyikler Annem ve Almanya’sını okurken arada kaçan bir hıçkırık sesi, ne Füruzan’ın Parasız Yatılısı’nı okurken buluşan nemli gözler… Bunlar olmuyordu artık.

İçimi titreten büyük yazarlar için, “Ne saçmalamış bu adam?.. Ooo hocam, kaldı mı böyle şeyler!.. Hiç beğenmedim…” cümleleri çoğalmaya başladı. Bu doğaldı; söylemler, algılar değişirken, bizim de değişmemiz gerekiyordu belki. Ama ben bu cümlelerden yazan biri olarak, daha bir incinir olmuştum. Tüm edebiyat tarihinin yükü omuzlarımdaydı; borcum vardı hepsine. Derdim öğretmek değil, sevdirmekti, verebildiklerimin içselleştirilmesiydi. Ben giderek daha az haz alır olmuştum, eğlenemez olmuştum; muhakkak ki onlar da öyle.

Bir gün “Asuman durmalısın,” dedim. Ne istiyorsun? Sadece okumak, yazmak, başka mecralarda yeni şeyler öğrenmek, yenilenmek, yeniliklere dokunmak… Dersane öğretmenliğinden sonra birkaç yıl ara vermiştim öğretmenliğe. Sonra yine bir kuvvet okul öğretmenliğiyle geçen on yıl. Bu sefer dönmemek üzere bıraktım öğretmenliği. Zordu, hâlâ zor. Şimdi sinema okuyup öğreniyorum; öğrenciyim yeniden. Doygunluğa ulaşınca bir süre sonra belki yine başka bir alanın, başka bir düzeyin öğrencileriyle buluşacağım.

Öğretmenlik kutsal bir meslek değil. Büyülü bir meslek. Ama o büyüyü öğretmen asla tek başına yaratamaz. Aşka dair aynı hazır oluşlukla hareket edilebildiğinde, bu aşk her yerde her zaman büyüler insanı. Bu aşkı yaşadım ben, büyülendim de büyüledim de. Bu aşka hazır öğretmenlerin olduğunu biliyorum, bu aşkı inatla sürdüren. Rağmen dünyalar yaratan; başka dünyaların, başka türlünün mümkünlüğünü anlatan. Onların içinden geliyorum. Arkadaşlarım var onlardan. İyi ki varlar. Güzel şeyler oluyorsa bazen onların küçük de olsa dokunuşlarının katkısı var o güzelliklerde.

 

Görsel: Blogspot

 

, , , ,
Share
Share