Madam Zarifi’nin Peruğu

Görsel: Pompeii Sappho freski

Madam Zarifi’nin Peruğu

ECE İREM DİNÇ
Düş Kazanı - 12 Şubat 2015

Madam Zarifi’ye hiçbir şey sormanız gerekmezdi, çünkü o her zaman kendiliğinden bir şeyler anlatıvermek üzere hazır beklerdi. Başının üzerinde duran iri, bukleli peruğunu adına yakışır bir zarafetle düzelttikten sonra usul usul konuşmaya başladı.

Bu, bir Prens Adası’nın hikâyesi…

Bir zamanlar, Büyükada Polis Karakolu’ndan eski Çankaya Oteli’ne doğru çıkarken solda, bahçe içinde yer alan Leman Hanım Köşkü’nün hemen karşısındaki 10 numaralı, iki katlı, şirin bir evde; yüzünde kaşları olmayan, kırmızı yanaklı, çilli, başında tıpkı keçi kuyruklarından pösteki geçirilmiş gibi duran peruğuyla Madam Zarifi yaşardı.

Sık sık, değişik stilde yapılmış, kimi arkadan topuzlu, kimi önde sol kaş üzerine düşmüş, yuvarlak perçemli, kimi karavel, kimi de bugünün sıkmabaş modeli, aynı renk perukları takmış halde salına salına gezinen güzelim bir kadındı Madam Zarifi. Haftanın en az dört günü San Pasifico Kilisesi’ne duaya gelirdi. Özellikle yaz sezonu geçtikten sonra, cumartesi, pazar ve yortu günleri dışındaki diğer zamanlar, kilisede kimsecikler olmazdı. Bu durumdan hep şikâyet ederdi Madam, çünkü gerçekte, müthiş bir hikâye anlatıcısıydı o ve hikâyelerini anlatacak birilerini bulamadığında, kelimenin tam anlamıyla derin bir hüsrana uğrardı.

Ortadan biraz uzun, topluca ve hayli alımlı bir kadın olan Madam Zarifi’nin her gün için özenle seçtiği bir başka model peruğun, özünde bir başka hikâye anlamına geldiğini onu tanıyan hemen herkes iyi bilirdi. Günümüzden antik çağlara dek uzanan bütün o hikâyeleri, efsaneleri ve mitolojileri iri, tuhaf perukalarının altında özenle biriktirip saklamış gibiydi adeta. “Masallardan ücret almıyoruz vre mori!” diye sevinçle çınlayan sesi bugün bile kulaklarımdadır.

Bundan seneler evvel bir sabah vakti, yine kimseciklerin olmadığı San Pasifico Kilisesi’nin geniş, işlemeli salonunda rastlamıştım ona. Beni görür görmez yanıma gelmiş ve sanki kilisenin ruhunu rahatsız etmekten kaçınan ürkek bir kuş gibi, ağır ağır anlatmaya koyulmuştu. Zira Madam Zarifi’ye hiçbir şey sormanız gerekmezdi, çünkü o her zaman kendiliğinden bir şeyler anlatıvermek üzere hazır beklerdi. Başının üzerinde duran iri, bukleli peruğunu adına yakışır bir zarafetle düzelttikten sonra usul usul konuşmaya başladı. İçimden, “Bakalım bu sefer peruğunun altından ne tür bir hikâye çıkacak,” diye geçirdiğimi hatırlıyorum.

“Ah, benim güzel Prinkipo’m…” dedi önce. Adalı Rumlar buraya katiyen Büyükada demez, onun yerine Yunanca’da “Prens Adaları” anlamına gelen Prinkipo ismini tercih ederlerdi. Az sonra derin bir soluk alıp, kaldığı yerden anlatmaya devam etti Madam Zarifi. “Bizler, yani Bizanslılar bile henüz bu adaya göçmezden evvel, ta antik çağlarda bu topraklarda Büyük İskender’in babası, Makedonya Kralı II. Filip yaşarmış vre, biliyor muydun bunu? Seneler evvel burada devasa bir hazine buldu arkeologlar. Fakat ne hazine… Altın sikkeler, birbirinden ışıltılı gümüşler, bir dolu yakut mücevherat… Hepsini toplayıp götürdüler, müzeye koyacaklarmış, öyle dediler. Koymuşlardır değil mi mori? Koymuşlardır elbet. İşte bu kral Filip, bir vakitler Yunan devletini içten bölmek derdine düşmüş. Amacı, o topraklar üzerinde büyük ve yenilmez bir imparatorluk kurarak bütün dünyayı egemenliği altına almakmış. O günlerde bir kadına âşık olmuş kral. Kadının adı Olempia imiş. Bir tapınak fahişesi… Az bir vakit sonra kadın gebe kalmış. Kral Filip, bizim meşhur dhrimata zamanı Olimpos Dağı üzerinde yaşayan bir kâhinin yanına varmış. Kâhin kadın ona aynen şöyle demiş: “Bir oğlun olacak ve bu oğlan büyüdüğü vakit, savaşlarda yenilmek nedir bilmeyen güçlü, muzaffer bir komutana dönüşecek. Ancak… Bir şartla… Uzaklarda, buradan çok uzaklarda bir ada var, üç küçük adanın tam bitiminde duran ve koca bir denizi ortadan ikiye ayıran büyülü bir yer burası. Orayı bulacak ve adanın tanrılarına hazineler sunacaksın. Öyle ki bu adanın tepelerinde yaşayan tanrılar savaş konusunda marifetlidirler, ah poniros!” Kral, bu umutla düşmüş yollara. Aylar boyu, peşinde adamlarıyla oradan oraya gezmiş durmuş. Ve ki günün birinde işte buraya, Prinkipo’ya gelip yanında getirdiği hazinelerini ada tanrılarına sunmuş. Oğlu da büyüdüğü vakit bütün bir dünyanın çoğunu fethedecek denli kavi, famozos bir komutan olmuş. Ona, Büyük İskender demişler, biliyorsun değil mi?”

Madam Zarifi’nin bir peruka suretindeki heybesi, birbirinden ilginç hikâyelerle doluydu daima. Bütün bunları nereden bilir, nereden dinleyip de öğrenir, hiç bilmezdik. Hatta bazıları onun mitolojik bir kahraman olduğuna inanır, bununla ilgili de çeşit çeşit şakalar yaparlardı. Kendinden önceki pek çok döneme şahitlik etmiş ve sanki gördüğü, işittiği her şeyi çaktırmadan başındaki peruğunun altına doğru süpürüvermiş gibiydi. Her şeye dair söyleyecek bir sözü vardı. Fakat kendi hikâyesini hiçbir zaman anlatmadı. Birkaç yıl evvel, içi geçmiş bir ayrelli şurubundan zehirlenerek öldüğünde, geride bıraktığı eşyaları bölüşmek ümidiyle evine giren bazı adalılar, karyolasının başucunda duran bir komodinin gözünde rengi sararmış, yüzlerce sayfalık kâğıt tomarıyla karşılaşmışlar. Yeryüzü Efsaneleri adını verdiği bir kitap yazmış meğer, perukasının altında saklı bütün hikâyelerini bir bir dökmüş kâğıtlara. Ne ki o hengâme arasında sayfaların çoğu kaybolup gitmiş. Bu güzelim Rum efsaneperdaz kadından kalan kimi hikâyeler tesadüfi bir biçimde dönüp dolaşıp elime geçti. Şimdi hâlâ benimle beraber yaşamaya devam ediyorlar.

“Çünkü hikâyeler asla ölmezler,” derdi Madam Zarifi. “Çünkü hikâyeler sizin bilmediğiniz, bilmeyeceğiniz bir şekilde yaşamaya devam ederler. Zira her şeyden evvel söz vardı, diye yazar kutsal kitapta. Hepimizden evvel kelimeler vardı ve bizden sonra da yine onlar olacak… Ve hikâyeler; asla yok olmayacaklar… Aradığınız şey ölümsüzlükse şayet, üzülerek söylüyorum ki hiçbiriniz şu koca evrende küçücük bir masal kadar uzun yaşamayı beceremeyeceksiniz.”

Ah, Madam Zarifi! Vre, huzurla uyu şimdi.

Hikâyeler hâlâ burada, bizimle…

 

, , , , , , , , ,
Share
Share