Kederli Mektuplar

Kederli Mektuplar

ECE İREM DİNÇ
Düş Kazanı - 24 Eylül 2015

“Çok şaşarım şiir sevenlere, okuyup geçenlere,
kitabı kapatıp yemek yiyenlere,
o bakışla yaşayıp da ölmeyenlere.
Şiir sevilmez ki, öyle duyulur, öyle bakılır, hastalanılır,
zehirlenilir, ölünür…”

Şule Gürbüz

Publis Ovidus Naso… Bir zamanların meşhur İskenderiye Okulu şairlerinden müteessir olmuş, şiirleriyle birlikte hem kendi hayatını hem de kendisi gibi pek çok insanın hayatını derinden etkilemiş, sarsmış, hasta etmiş ve en nihayetinde kendi kendini yok etmiş bir ozan o. Öldüren şiirleri mi, yoksa adına “sürgün edebiyatı” dediğimiz tarzın bizzat insanın içine; içinin de içine, hatta tam da kalbinin üzerine derin kesikler atan kelimeleri mi bilinmez.      Ben kendisiyle –bundan birkaç gün kadar kısa bir süre önce– uzak bir ülkenin, hayli ıssız bir kütüphanesinde tesadüfen rastlaştım. Aradığım şey, Yunan mitolojisine dair basit, yalın bir kitaptı sadece. Buldum da. Oysa kitabın ortalarına yakın bir bölümüne geldiğimde, apansız önümde beliriveren o derin, vahşi ve koyu uçurumun dibinde usul usul yanıp sönen bir çift göz, elimde tuttuğum kitabın basitliğine dair beslediğim inancı temelden sarsmayı başardı. Kitabın içinde bir uçurum gizliydi ve öğrendim ki, uçurumlarda vakit geçirmek epey güç işti çünkü insan, belli bir derinliğe indiğinde ve benliğinin katmanlarını birer birer ters yüzüne çevirdiğinde zaman bir süreliğine durur gibi olurmuş ve sonra yeniden yavaşça hızlanıverirmiş hayat.

Ben, Ovid’i, unutulmuş şairler çukuruna gönderen sürgünden söz edeceğimizi zannederken o; bambaşka bir şeyden söz etmeye başladı. “Bir masal,” diye mırıldandı hafiften. “Çok, çok eski bir masal bu. Bir vakitler Olimpos dağının eteklerinde birbiriyle mücadeleye girişen iki ilahinin hikâyesi. Biri Atlas’ın kızı Niobe, diğeri ise Titanların en güzeli Latona…”

“İşte; bir araya toplanmış arkadaşları arasında, altın işlemeli Frikya kaftanıyla hemen göze çarpan ve ancak hiddetinin müsaade ettiği kadar güzel olan Niobe geliyor, başıyla her iki omzuna akan saçlarını sallayarak duruyor ve gururla konuşmaya başlıyor.

 “Ey insanlar! Ya niçin, hangi sebeple Latona’ya mihraplar arasında tapılıyor da benim tanrılığım bugüne dek günlüksüz kalıyor? Ben ki ensesinde göğün mihverini taşıyan Atlas’ın kızıyım. Hâlbuki Latona’yı ne yer, ne gök, ne de deniz kabul etti. Şu koskoca dünya, ona daracık bir yer bile vermek istemedi. Latona’nın sahip oldukları, benim çocuklarımın yedide biri etmez. Ben daha bahtlıyım, bahtlı da kalacağım. Bundan kim şüphe eder? Sahip olduklarım beni kudretimden emin kıldı. Talihin zarar verebileceği herhangi bir kimseden üstünüm. Her korkuyu, her laneti yok etmeye yetecek kuvvetteyim.”

Bu sözler üzerine öfkeden deliye dönüyor Latona. “Yeter,” diye haykırıyor dağın yamacında. “Uzun sızlanmalar cezayı geciktirirmiş Niobe,” diyor. “Oysa senin cezan hemen şimdi kesilmeli.”

Sonrası felaketin gürültüsü, halkın acısı ve gözyaşları… Latona, Niobe’yi en zayıf yerinden vuruyor ve yedi oğlunu birer birer öldürmeye başlıyor. Yukarıda gök yarılıyor, Atlas damla damla dökülüyor ve Niobe, hiçbir şey yapamadan öylece taş kesilip, kalakalıyor. Hemen sonra silkinip, kendine geliyor ve “Ey kalpsiz Latona,” diye sesleniyor. “Benim acımla beslen. Benim matemimle kendini doyur, vahşi kalbini kederimle doldur! Yedi ölümden ölüyorum. Fakat gene de senden daha zenginim. Bunca ölümlerden sonra gene de ben galibim!…”

Az sonra Latona’nın can alan yayının sesi yeniden işitiliyor. Niobe’nin kızları, kararmış elbiseleriyle kardeşlerinin ölüm yataklarının başını beklerken birer birer eksilmeye başlıyor, ta ki geride tek bir kişi kalana dek…

Ve işte her ne oluyorsa o anda oluyor. Niobe, kaskatı kesiliveriyor. Rüzgâr bile artık onun saçlarını uçuşturamıyor. Yüzünde kansız bir renk, hüzünlü yanakları üstünde hareketsiz gözler… Başı çevrilmez, kolları oynamaz, ayağı yürümez. Ama gene de ağlıyor Niobe. Kuvvetli bir rüzgâr kasırgası onu kuşatarak yurduna kaldırıyor, oradan dağın tepesine dikilmiş, eriyor. Bugün bile o kayalardan sicim sicim gözyaşı akıyor…”

Hikâye sona erdiğinde Ovid’in gözlerinin içine dikkatle baktım. Gözbebekleri adeta uzak, çok uzak bir tepede, yapayalnız ve cılız, göğe doğru uzanmaya çalışan iki kuru ağaç dalı gibiydi. Sahi, bu hikâyeyi niçin anlatmış olabilirdi ki? Bana neyi işaret etmek istiyor, diye düşündüm. Başını kaldırıp, etrafına bakındı. Bir süre için sessiz, öylece, kendi kendine, boşlukta yüzer gibi baktı durdu. Nice sonra, “İşte;” deyiverdi birden. “Burası, orası. Niobe’nin kayalığı. Kendi içinde derin, vahşi, anlaşılmaz bir uçurum. Hikâyesinden apansız sürgün düşmüşlerin yurdu burası… Şimdi, tanıyabildin mi onu?”

Demek böyle uzaklarda, bu meçhul kayalıklarda yaşayan bir şairdi Ovid. Hiç bilmiyordum. Bilmediğime, tanımadığıma şaştım. Fakat az sonra, sanki içimden geçenleri duymuşçasına gülümsedi ve uzanıp, ellerimi avuçları arasına aldı. “Hayır, genç dostum!” diye mırıldandı. “Ben burada yaşamıyorum, burada ölüyorum.”

Ona, benden ne istediğini sordum.

“Şimdi,” dedi. “Eğer elinden gelirse bu kadar ızdıraba ölümün son vermiş olmasına sevin. Ve hiç olmazsa, kelimelerimin uzun zamandan beri tattığı bu acıyı hafifletmek için bana bir iyilik yap. Küllerim, senin ihtimamlarınla buradan uzakta, yepyeni bir hikâyenin içine taşınsın. Böylelikle, hiç olmazsa ölümümden sonra sürülmüş kalmayayım. Bilirsin çünkü, hikâyeler, zamanın içinde yaşamaya devam ederler. Kelimelerimiz… Kelimelerimiz ki, şayet işitilebiliyorlarsa hâlâ yeryüzünün herhangi bir yerinde, o vakit bizler için de sürgün sona ermiş demektir.”

Hüzün yüklü sürgün beyitlerinin hocasıydı Ovid. Aslında bugün, hâlâ aramızda bir yerlerde geziniyor. Oysa sürgünde ölmüş bütün şairler gibi o da, kendini çoktan unutulmuş zannediyor. Efsane olur ki, Köstenceli şair Ovid’in sürgün edildiği yer Karadeniz imiş. Bilmem ki, Niobe’nin gözyaşı kayalıkları da o taraflara mı denk düşer? …

Eve dönüşte ilk iş en yakın kitapçıya koşup, şair dostum Ovid’in bir kitabını satın alıyorum. “Kederli Mektuplar…” Rastgele bir sayfa açıp, şiir falı bakıyorum ve şansa bakın ki, bu hafta “Düş Kazanı” okurlarının bahtına Ovid’in falından mürekkep şu cümleler savruluveriyor havaya;

Dayan ve üstele…

              Bu acı; adım adım senin iyiliğine…

                                                        İmza:  Ovid…

 

, , , , , , , , , , , , , , , ,
Share
Share