İyiliğin ağırlığı diye bir şey var!

İyiliğin ağırlığı diye bir şey var!

Kerem Görkem
04 Eylül 2015

Size okulda ezberletildiği gibi maddesel birtakım anlamlar aramayın bunda. Fiziği filan karıştırmayın sakın. İnsanlar, iyiler ve kötüler olmak üzere ikiye ayrılır ve onlar da kendi aralarında, ağırlar ve daha az ağır olanlar diye ayrışırlar. Böyle düşünmeyin sakın. Yanlış değil, hakikaten var böyle bir şey ama ben bundan bahsetmiyorum. Demek istediğim şey bambaşka.

İyiliğin ağırlığı var, diyorum, iyilerin değil.

Siz, kendini her daim tepede gören, oradan bakan, orada olsa dahi aşağı ineceğine hiç mi hiç ihtimal vermeyen insancıklar! Biliyorum, bu söylediğimi önce kafanızda tartacak, sonra da okulun size öğrettiği üzere bir kontrol noktası arayacaksınız. Karşıma geçip diyeceksiniz ki: “Bu söylediğin yalnızca bir gözleme dayanıyor. Gelgelelim gözlemle kontrol edilmesi mümkün değil. Bilime aykırı yani.” Ben de size diyeceğim ki: “Yanılıyorsunuz.” Her şeyi bilimle açıklayabileceğinizi düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz.

Görmeyi biliyorsanız, bahsettiğim ağırlığı en iyi taşrada gözlemlersiniz. Büyük şehir bir şekilde hafifletiyor insanı; gamsız, bencil, çekilmez biri haline getiriyor. Kendine benzetiyor: gamsız, bencil, çekilmez! Taşra ise ağır! Kendine has kesif bir kokusu var. Siz müdahale etmezseniz, her şey olduğu yerde sıkılmadan bekleyebilir. Örneğin, kahvehanelerde bıyıkları sararan adamların yeşil örtülerin üzerine dayadıkları dirsekleri, dolmuş şoförlerinin uzun vites kollarına bağladıkları tespihler, haftada bir pazara çıkan kadınların boyunlarına düğümlediği eşarplar… Bunlar taşrayı taşra yapan, taşrayı ağırlaştıran, oranın durgunluğuna süreklilik kazandıran “şeyler”. Her biri de bir iyilik taşıyor üzerinde.

O iyiliğin de, fiziksel ağırlığın ötesinde, anlamsal bir ağırlığı var. Bir tarafta bilim, öteki tarafta hikâye var yani. Size baştan beri söylemeye çalıştığım da bu. Bilimle yalnız hikâyeler baş edebilir. Buna yalnız hikâyelerin gücü yeter.

Taşrada dinlenilen hikâyeler, kitaplarda yazanlara benzemez. Üzerinde çalışılmış bir olay örgüsü, karakter, mekân yoktur bu hikâyelerde. Bütün bu ögeler kendiliğinden, tıpkı güneşin her gün aynı çatının hizasından doğması gibi, insan eli değmeden vardır. Aslına bakılırsa anlatan da farkında değildir çoğu şeyin. Yalnızca bunun bir hikâye olduğunu bilir. Taşrada hikâye anlatmak, çoğu şeyin aksine, öteden beri dalga konusu olamayacak kadar kutsaldır.
Bir Batı Karadeniz köyünde, çocuğun biri babasına dargındır. Babası ayyaş, sarhoş bir adamdır, kendi deyimiyle “leş” bir adamdır, ama hepimizden büyük bir kalbi vardır. İyiliğin ağırlığını taşır. Bir zaman önce, annesi çocuklarını da alıp baba evine dönmüştür. Mesele içkidir. Büyük bir kalbi olan öteki kahramanımızın yıllardır süregelen bu problemi, kadın için artık dayanılmaz boyuta gelmiş ve resmiyette olmasa da, fiilen bir ayrılma, doğrusu terk etme, daha doğrusu bir başına bırakma, daha da doğrusu bir vazgeçme yaşanmıştır.

Çocuk da, elbette, durumdan olumsuz etkilenmiş, annesinin konuşmalarından duyduklarıyla babasına karşı kendi içinde bir tavır almış, ona dargın olduğuna inandırmıştır kendini. Babası da anlamıştır bunu ve bir şekilde gönlünü alması gerektiğine inanır. Çünkü babadır o. Çünkü öteki de oğuldur. Taşrada oğulların babalara dargınlığı bir geceden uzun sürmez.

Baba bir öğlen üzeri, avludaki bisiklete atladığı gibi, kayınbabasının öteki mahalledeki evine gitmeyi, oğlunu görmeyi, onun dargınlığını gidermeyi koyar kafaya. Bir konuşma hazırlamıştır. Yine de yetersiz görür bunu ve giderken bakkala uğrar, oğluna Algida dolabından dondurma alır.

Kayınbabasının evine vardığında kapıyı büyük oğlu açar. Babasına, sanki babası değilmiş gibi davranır. Başından savmaya, göndermeye çalışır onu. Baba hiddetlenir normalde, fakat o an kendinde bu hakkı görmez ve hiçbir şey söyleyemez. Hazırladığı konuşma boşa gitmiştir. O da ne yapsın, elindeki poşeti uzatır. “Dondurma aldım size,” der, “hava sıcak yersiniz.”
Kardeşin için aldım demez elbet, size aldım, der. Büyük oğul az önceki umursamazlıkla “İstemez,” diye cevap verir ve kapıyı babanın suratına çarpar. Baba beyninden vurulmuşa döner. Dargınlığı gidermek için gittiği yerden, elinde bir poşet dondurmayla evine döner ve geldiği gibi de, dondurmayı buzluğa atar.

O köyün kahvehanesinde tanıştım hikâyedeki babayla. Bana bunları anlattığında geçen yazdı ve buruşmuş suratının ortalarına denk düşen iki gözünün dipleri ıslanmış, bakışları yumuşamıştı son cümlesini kurduğunda: “Dondurma hâlâ buzlukta bekliyor.”

Hikâyelerin de ağırlığı vardır…

 

, , , , , , , , , , , , , , , , , , ,
Share
Share