İstiridye korsanı, altın arayıcısı

İstiridye korsanı, altın arayıcısı

SEVİN OKYAY
Zamanlı Zamansız - 19 Kasım 2016

Belki de çocukluğunda Jack London okuyanların köpeklere bakışı, diğerlerinden farklıdır. Güneşli Santa Clara Vadisi’ndeki evinden kaçırılıp Kuzey Kutbu’nda kızak köpeği olmaya zorlanan Buck; vahşi hayatla evcilleşme arasında kalan Beyaz Diş; Kaptan Von Horn’a hediye edilince altı aylıkken ailesinden koparılıp denizlere açılan Jerry; onun geride bıraktığı kardeşi Michael ve sirk köpeklerinin hazin hayatı, genç okurlarının köpekleri kendilerine daha yakın hissetmelerine neden olmuştur diye düşünüyorum.

Şahsen ben, özellikle Beyaz Diş / White Fang ve Vahşetin Çağrısı / The Call of the Wild’dan çok etkilenmiştim. Hatta çok daha ileri yaşlarda, A.B.D.’nin bazı eyaletlerinde ve Alaska’da nesli tüketilmeye çalışılan çeşitli kurt türlerini koruyan kuruluşlara yardım gönderip düpedüz salak muamelesi görmemin baş nedeni de Jack London olsa gerek. Ayrıca, köpeklerle kurtlar arasındaki ilişkiyi de kavramama yol açmıştı. Gerçi Başkan Roosevelt, onun “doğa sahtekârı” olduğunu söylemiş ama bunun nedeni, London köpeklerinin düşünmesi, hatta felsefe yapması. Ki, bunun da olabileceğine hep inanmışımdır. Belki kahramanları hayvanlar olan hikâyeleri sevdiğim içindir, bilemiyorum.

Jack London bundan tamı tamına yüz yıl önce, 22 Kasım 1916’da öldü. Ben ondan neredeyse çeyrek yüzyıl sonra doğmuşum, ama çocukluğumun hatırı sayılır bir kısmına köpekleriyle eşlik etmiştir. Daha sonra da, ülkesini adım adım dolaşırken tanık olduğu yoksulluk ve sefaletin de etkisiyle sosyalist olan ve öyle kalan London’ın korkutucu Demir Ökçe/Iron Heel’ini ve kendisinin alkolle mücadelesinden esinlenerek yazdığı Martin Eden’ını da aynı şekilde etkilenerek okumuştum. George Orwell, Demir Ökçe için, “Faşizmin yükselişine ilişkin dikkate değer bir kehanet,” demişti.

Yani London hem çocuklar için yazmıştır, hem büyükler için.

Üstelik kendi hayatı da kitapları kadar ilgi çekici. John Griffith Chaney, 12 Ocak 1876’da San Francisco, California’da dünyaya geldi. Klondike’da çalıştıktan sonra eve döndü ve hikâyeler yayınlamaya başladı. Romanları Vahşetin Çağrısı, Beyaz Diş ve Martin Eden, onun devrinin en popüler Amerikalı yazarlarından biri olmasını sağladı. Kendine küçüklüğünden beri “Jack” diyen (nedense Normanlar’dan beri John’ların başına gelen bir şeydir bu), annesinin ikinci kocasının soyadını kullanan London, aynı zamanda gazeteciydi.

Jack London, işçi sınıfının bir üyesi olarak büyüdü. Yeniyetmeyken hayatını kazanıyordu. Yayan ya da trenle dolaştı, istiridye korsanlığı yaptı, kömür kürekledi, Pasifik Okyanusu’nda gemiyle fok balığı avladı, bir konserve fabrikasında çalıştı, altına hücum etti. Boş vaktinde soluğu kütüphanede alır, romanlarla gezi kitaplarını yutarcasına okurdu.

Yazarlığa 1893’te başladı. O yıl berbat bir fok avı sezonu geçirmiş, gemileri tayfuna yakalanmıştı. On yedi yaşındaki maceracı, eve dönünce olan biteni annesine anlattı; annesi de onu, hik֗âyesini yazıp yerel gazetenin yarışmasına katılmaya zorladı. Sekizinci sınıftan terk London, üniversite öğrencileriyle yarışıp 25 dolarlık birincilik ödülünü kaptı. Kararını verdi: yazar olacaktı. Ama yayıncı bulmakta zorluk çekiyordu. Doğu Yakası’ndan umudu kesince Kaliforniya’ya döndü. Berkeley Üniversitesi’ne yazıldı, bir süre okudu. Sonra da Yukon’a gidip altına hücumdan payını aldı. Yirmi iki yaşındaydı. Kaliforniya’ya döndüğünde yazar olmaya hâlâ kararlıydı. Yukon’da yaşadıkları, onu anlatacak şeyleri olduğuna inandırmıştı. Kendi yoksulluğu ve karşılaştığı insanların durumu, sosyalist düşünceyi benimsemesine yol açtı.

1899’da Jack London hikâyelerini aylık bir dergide yayımlamaya başladı. Bu durum yazar olarak onu disipline soktu. Ondan sonra her gün en az bin kelime yazdı. Yirmi yedi yaşındayken Vahşetin Çağrısı (1903) ile şöhrete ve az da olsa servete kavuştu. Hayatının son 16 yılında 50’den fazla kitap yazdı. Rus-Japon savaşını 1904’te Hearst gazeteleri için izledi. Amerikalı okurlara Hawaii’yi ve sörf sporunu tanıttı. Sık sık kapitalizmin sorunları üzerine konferans verdi. İki kere evlendi, iki kızı oldu. Son on yılında sağlık sorunlarıyla boğuştu. Böbrek hastalığı da bunlardan biriydi. Zaten ölüm nedeni de, kimilerinin dediği gibi intihar değil, böbrek hastalığıdır.

Bir maceracı, bir kaşif, düşünen bir adam, çalışkan bir yazar… Hepsi iyi de, ben gene de köpeklerin yanındayım. Düşünen ve felsefe yapan köpeklerin, Buck ile Beyaz Diş’in, Jerry’nin, Michael’ın…

Beyaz Diş, güneydeki sıcak evinde farkında olmadan karları özler. Düşünse eğer, “Ne uzun yaz bu!” derdi. Ama o sadece belli belirsiz bir kar özlemi hissediyor. Yazın güneşten rahatsız olunca da, gene belli belirsiz kuzeyi özlüyor. Her iki durumda da, tam bir açıklaması yok. Ne olduğunu anlamadan tedirgin oluyor.

London, “Köpek insan gibi düşünmez,” diye açıklıyor. “Etrafa geniş bir açıdan bakmaz. Tek bir amacı vardır, her seferinde tek bir şeyi düşünür ya da arzular.” Ama gene de Beyaz Diş’in, “kendine özgü düşünceleri” oldunu belirtiyor. “Kurnazlaştı; oyunbazlık düşünmek için bol bol vakti vardı.” Buck ise, Vahşetin Çağrısı’nda arka ayakları altında, ön ayakları ileri uzanmış, başı havada, alevlere bakarak hülyalı hülyalı gözlerini kırpıştırıyor. Yargıç Miller’ın evinden hatıraları var, evet, ama sıla özlemi çekmiyor.

Öleli yüz yıl geçmiş. Okumadınızsa eğer, Jack London’a bir şans vermenin belki de vakti gelmiştir.

, , , , , ,
Share
Share