Hiç Şarkı Söylemez Misin Sen?

Fotoğraf: Fuente Vaqueroz / Granada

Hiç Şarkı Söylemez Misin Sen?

ECE İREM DİNÇ
Düş Kazanı - 03 Eylül 2015

“Mutluluğu kendime dert edindim…”
-Federico Garcia Lorca-

Çok uzaklara gideceğim, karşı tepelerden uzaklara…
Denizlerden, yıldızların yanı başında istemeye İsa’dan eski çocuk ruhumu;
                                      efsanelerde büyümüş, tüylü şapkası ve tahta kılıcıyla…

“Ölümün Şairi” olarak bilinen Garcia Lorca’nın tam da bu dizeleriyle beraber başladı benim Granada serüvenim. Osmanlıca’da “Gırnata”, İspanyolların dilinde ise “Nar” anlamına gelen Granada; İspanya’nın güneyinde biraz Afrikalı, biraz İspanyol, fakat çokça Çingene kalmış bir Akdeniz kenti. Yıllar yılı dur durak bilmeyen savaşların gölgesinde; işgaller, galibiyetler, mağlubiyetler ve ölümler eşliğinde, yarım kalmış bir hikâye tadında biraz buruk, biraz tedirgin, bir parça eksik, durup duruyor her zamanki renginde.  Bu topraklarda doğup büyüyen Lorca’nın da dediği gibi, Granada halkı her şeye rağmen kendine dert edinmiş mutlu olmayı. Dar, uzun, dönemeçli sokaklar boyu yankılanan ezgiler gece gündüz hiç susmuyor. Ve Granadalı Çingeneler; bu kente adım atıp da etrafınızı kuşatan müziğe kendinizi bırakmadığınızı görecek olurlarsa şayet; hayli şaşkın ve öfkeli gözlerle size şu soruyu yöneltebiliyorlar;
“Hey yabancı; hiç şarkı söylemez misin sen?”

İspanyolların “Nar” diye adlandırdığı Granada’nın ismine takılıyor ilk olarak aklım. “Hepsinden evvel, üç büyük dinin bir arada yaşamasından doğmuş bu isim,” diyor ihtiyar bir Katalan kadını. Değerli bir taş olan Granat, nar tanelerine benzermiş sonra. “Punica Granatum,” derlermiş bu topraklarda ona. Nar meyvesini adeta bir yaşam felsefesi olarak, birbirinden özel figürlerle sembolleştiren İspanyollara göre, birlik ve beraberliğin sonsuzluğu, demekmiş özünde. Bense “nar” dendiğinde evvela, “Nar tanesi nur tanesi, annesinin bir tanesi,” tekerlemesini anımsayıveriyorum bir Türk olarak. “Hanım uyanmış cama dayanmış, cam kırılmış kana boyanmış…” diye mırıldanıyorum kendi kendime. Hâlbuki, bizim halk masallarımızda bir sınanma aracıdır nar, bilenler bilir bunu. Ejderhanın koruduğu cennet bahçesindeki narı almaya gönderilen kahramanlarımız vardır kimi zaman. Elbette, her dönemin ve her halkın masallarına da bir biçimde sirayet etmiştir nar. Âşık tarzı şiir geleneğinde, rüya motifleri olarak çıkar karşımıza. Öyle ki nar, âşığa rüyasında mâşuk tarafından ikram edilen en kutsal armağandır. Belkiya; halk masalları’ye üç nar yedirerek sevdasını sınar, Fâ-Tâ adındaki kralın karısı yediği nar sayesinde gebe kalır. Yunan tanrıçası Persephone yediği dört nar tanesi ile yeniden yeryüzüne çıkmaya hak kazanır. Zeus’un oğlu Dionysos öldürüldüğü vakit, bedeninden süzülen kanlardan olağanüstü güzellikte bir nar ağacı bitiverir. Benim bildiğim bir de, Odisseus Elitis’in “Çılgın Nar Ağacı” isimli şiiri vardır ki, Helen topraklarında doğmuş en güzel şiirlerden biridir şahsımca.

Kendini kıskançlıkla yedi tür tüyle süsleyip,
Ölümsüz güneşin bin bir rengine büründüğü gün,
Söyleyin, o çılgın nar ağacı mı dünyanın bulutlu gökleriyle savaşan?
O çılgın nar ağacı mı bu, her şeyin,
En gizli düşlerimizin bile üstüne kanat açan?

Sierra Nevada Dağları’nın eteklerinde yeşeren bu kentin, yolu bu diyardan geçen yabancılara anlatacak öyle çok hikâyesi var ki… Sabika Tepesi’nden kenti selamlayan El Hamra misal; başlı başına bir büyü, başlı başına bir efsane. “Yapılış tarzı feleği bile şaşırtmıştı,” diyen Ziya Paşa’yı haklı çıkartıyor bu kan kırmızısı saray. İnsan, tek başına saatler boyu kapılıp gidebiliyor buranın efsunlu havasına. “Sarayın sırrı, yedi rakamında saklı,” diyor şair Pedro Enriquez. İnşaatı sırasında yedi ve yedinin katsayıları kullanılmış zira. Göğün yedi kat oluşu ile cehennemin yedi kat aşağıda oluşu gibi ayrıntılar nakşolmuş her bir taşa, duvara. Yedi revak, yedi kemer, yedi mahzen derken hakikaten rakamların sırlı evrenine doğru uzun bir yolculuk bu.

Değil mi ki dil, din, yer, zaman, tacir yahut şahmaran; masalların, efsanelerin vakti ve kahramanları her ne olursa olsun, yine de hikâyelerin gizemi durup durup önümüze seriliveriyor yine bir an. Bugün Granada’nın uzak bir sarayında, yarın İstanbul’un suları altında… Şu dokuz kubbeli feleğin bir top misali evirip çevirdiği dünyada, her nereye gidersek gidelim hikâyeler her daim bizimle. Ben bunu bildim, bunu gördüm. Lorca’nın deyişiyle; hüzün ile neşeyi birbirine omuzdaş kılmayı başarabilmiş bu küçük kentin sokakları arasından bulup çıkarılacak nice hikâye var daha. Ne ki, gönül mürekkebini kurutmadan, bu seferlik de benden bu kadar…

Ve ki son sözüm de bana, “Hey yabancı, hiç şarkı söylemez misin sen?” diye seslenen o altın dişli, gün tebessümlü Gırnata Çingenesi’ne gelsin;
Evet; ben bazen, elimde bir saç fırçası;
kendi kendime, ama çok,
hem de çok yüksek sesle şarkı söylerim…

Dilerim, nar tadında, içi bin bir sürprizle dolu güzel bir gün olsun hepimize.
Selametle…

 

, , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,
Share
Share