Yurtsuzluktan emekli göçebeler

Resim: Laura Knight

Yurtsuzluktan emekli göçebeler

ECE İREM DİNÇ
Düş Kazanı - 29 Ocak 2015

“Yeryüzünde, her birinde birer Çigan delisinin yaşadığı yedi ayrı köy vardır. Şayet yedisini birden bulmayı başarabilirsen, nicedir beklediğin o mucize de gelip seni bulacaktır. Ve ne şanslısın ki ben o delilerin ilkiyim. Adım, Madam Çigano.”

Bir Çingene’nin çıkardığı dil olmalıydı şiirlerim…
Didem Madak

Anlatacağım, eski bir Çigan masalı…

Bundan tam üç yıl önceydi. Bir gece yarısı, aç ve yorgun bir halde konaklamak üzere uzak bir Çigan köyüne vardığım sırada, derme çatma tahtalardan yapılma küçük bir barakanın önünde oturmuş, tek başına şarkı söyleyen bir Çigan kadını gördüm. Ona doğru yürüdüğümü fark edince şarkısını yarıda kesti ve bana şöyle dedi:

“Yeryüzünde, her birinde birer Çigan delisinin yaşadığı yedi ayrı köy vardır. Şayet yedisini birden bulmayı başarabilirsen, nicedir beklediğin o mucize de gelip seni bulacaktır. Ve ne şanslısın ki ben o delilerin ilkiyim. Adım, Madam Çigano.”

O an, ona ne sormak istedim dersiniz? Neden orada olduğunu mu, yoksa kendine neden deli dediğini mi? Ya da nasıl bu kadar iyi İngilizce konuştuğunu olabilir mi? Hayır. Hiçbirini sormadım. Bunun yerine başının üzerinde duran tüylü, spiral başlığa doğru dikkatle baktım ve ona, bu yedi delinin neden bir ormanda, ovada ya da bir deniz kenarında değil de bir Çigan köyünde yaşadığını sordum. Yüzüme gülümseyerek baktı ve, “En iyi büyülü sözcükler, insana uzak köy yollarında yalnızken gelenlerdir,” dedi. “Bunlar her zaman etkileri en güçlü olanlardır ve her şeyin ötesindedirler. Aradığın tüm sözcükler, o yedi delinin terkisinde gizli. Sen de bu yolculuğa bunun için çıkmadın mı zaten? Seni yeniden hayata döndürecek olan bütün o sözcükleri bulmak için?..”

Eğer günün birinde, uzak bir Çigan köyünde, derme çatma tahtalardan yapılma küçük bir barakanın önünde oturmuş tek başına şarkı söyleyen bir Çigan kadını görecek olursanız ve ki o kadın, gerçekte neyin peşinde olduğunuzu sizden daha iyi biliyor ve bununla da kalmayıp bir deli olduğunu iddia ediyorsa, oradan olabildiğince hızla uzaklaşmanızı tavsiye ederim. Aksi halde, geldiğiniz yere bir daha asla aynı insan olarak geri dönemeyeceksiniz demektir. Tıpkı benim gibi…

Yugoslavya’nın uzak, nemli tepelerinden birinde bulunan bu köy, dünyanın ve zamanın hızla eskittiği hikâyelerine rağmen sahip olduğu tüm kültürü ilk günkü gibi korumasını bilmiş, yurtsuzluktan emekli göçebelerin toprağıydı. Ölümcül bir savaşın günbegün eksilttiği bir avuç insan, nice zaman önce buraya sığınmış ve öyle de kalmışlardı. Çorak, ölgün bir araziydi burası. Tek bir ağaç bile yoktu köyde. “Ağaç, kök salmaktır,” diyordu Madam Çigano. “Biz ki kök bulmasın diye yüreklerimiz, göçtüğümüz topraklara tek bir ağaç bile dikmeyiz. İnsan, en çok da acıya doğru göç ederken geride bir orman bırakmak istemez.”

Bir güldü mü, çürük dişlerinin gölgeliğinde bin gülücük tomurcuklanan bu Çigan kadını, hayata dair çok şey öğretti bana. Bir fecrin tuvaline, sürgün renkleriyle boyanmış ömürlerinin neşesini bulaştırdı. Bir toprağa, bir ülkeye, bir atlasa bürünmenin insanı daha da yalnızlaştırdığını anlattı. Yeryüzündeki o yedi ayrı Çigan delisinden ve onların yaşadığı yedi ayrı Rumen köyünden söz etti. Birincisi, Zlatariler’in köyüydü; ırmak kıyılarında altın arayan Rumenler’in köyü… İkincisi, Chivutseler’di. Bunlar, kadınların badanacı olduğu bir topluluktu ve dolayısıyla oturdukları evlerin dış cephelerini her yıl yeni bir renge boyarlardı. Üçüncüsü, Costorariler’di, yani kalaycılar. Dördüncüsünde Ghilabariler yaşıyordu, sadece ve sadece müzikle uğraşanlar. Beşincisi, Lautariler’di, çalgıcı ve lüt yapımcısı olan Rumenler. Altıncısı, Lacatuşiler’in toprağıydı, çilingirci Çingeneler. Ve yedincisi ise Madam Çigano’nun köyüydü, yani insana kelimelerin büyüsünden söz eden bilge Çiganlar’ın yurdu.

“Kendi ruhuna tekrar dönmenin tek yolu, kelimelerdir,” diyordu Madam Çigano. “Her şey kelimelerin arasında saklı. İyi de kötü de, neşe de lanet de… Hepsi de evvela kelimelerle…” Aşkın ve acının, insanı hayata bağlayan en önemli iki şey olduğunu söylerdi bir de. “Acı çekmelisin!” derdi gülümseyerek. “Ki hayat sana acısın! Yoksa kadim bir hayaletten ne farkın kalır ki…”

Ona çektiğim acılardan, sıkıntılardan söz etmek istedim. Fakat bana şöyle dedi: “Neyle karşılaştığını kimseye, hatta kendine bile anlatmamalısın. Yoksa, çektiğin bütün acılar boşa gider. Bir gün, ki onun ne zaman olduğunu bileceksin, başkalarına anlatabilirsin; ama şimdi değil. Bunun yerine şarkı söyle, çünkü biz yüzyıllardır hep böyle yaparız.”

Çiganların mitolojisini, kültürünü öğrenmek için çıktığım bu yolculuğun sonunda hiçbir nedeni olmaksızın, hayatımdaki her şey birdenbire değişti ve ben, içimdeki acılara inat büyük, anlaşılmaz bir sevinç hissettim; bu sevinç öyle güçlüydü ki, kendimi tutamadım ve dudaklarımdan bir şarkı, Romanlar’ın mutluluk marşı olan o şarkı döküldü:

JELEM

Jelem jelem, lungone dromensa, maladilem bakhtale Romensa! A Romale, katar tumen aven, e tsarensa bakhtale dromensa?

Gittim, gittim… Uzun yollar aşarak gittim. Mutlu Roman’larla rastlaştım sonra. Söyle ey Roman! Sırtında o mutlu çadırınla, nereden gelip nereye gidiyorsun?

Ake vriama, usti Rom akana, Men khutasa misto kai kerasa…

Ey yolcu! Şimdi yükselme vaktidir bizim için. Başımızı kaldırıp, yükseleceğimiz ve yeniden dirileceğimiz o vakit gelmiştir…

 

Madam Çigano, bir yıl evvel öldü.

Söylediklerine göre ruhu, öncelikle bir kuşun, oradan da yeni bir Çigan’ın bedenine yerleşecekmiş. Bu kuş, mutlaka bir guguk kuşu olacakmış. Çünkü Çigan’lara göre guguk kuşları, yeniden doğuşu gerçekleştirmek için çabalayan bir Çingene’nin ruhundan başka bir şey değilmiş.

O gün bugündür, ne vakit Madam Çigano’yu düşünecek olsam, göğsümün sol yanında minik, minicik bir guguk kuşu çiçeklenir benim. Uzaklara ve yollara bürünmüş, yeryüzünün o en yaslı, fakat buna rağmen gene de en neşeli insanları düşer aklıma. Kavimsiz topraklar boyunca hiç durmadan, hiçbir yere kök salmadan, sadece yürüyüp gitmek isterim. Diğer altı Çigan delisini bulmanın ve ki kelimelerin büyüsüne erişmenin hayaliyle çırpınır kalbim.

Madam Çigano’nun köyünde, Yugoslavya’nın dağılışından sonra gelip yerleşen savaş ve acı yitiği Türkler de vardı. Bunlar Anadolu kökenli Romen göçmenleriydi. Hem Çigan dilini hem de Türkçe’yi iyi şekilde konuşabiliyorlardı. Fakat onların şarkısı başkaydı… Jelem’i söylemezdi onlar. Savaş sonrası, bir yangın tenhasına büzüşüp saklanmış olan bu güzelim Türk-Romen göçmenleri, ne vakit demlenmeye kalkışacak olsalar gözleri buğulu buğulu, ellerinde birer kadeh rom ile hep şu şarkıyı söylerlerdi;

Hayat yoluna koysun; yıktığı her hayali, kırılan her yüreği
Düşler bizim olsun, yangınların izini aşklar siler sevdiğim…

 

Ömrünüzden deliler, dudaklarınızdan Çigan gülüşleri eksilmesin! Dilerim, yolunuzun vardığı her uzaklık, kelimelerle ruhunuz arasında büyülü bir kavşak olsun.

Ve eski bir göçmen şarkısında dediği gibi:

Hayat, yıktığı her hayali, kırılan her yüreği aldığı gibi yerine koysun!

Ve bu yazı, tüm Romenler’in ruhuna okunmuş, küçücük bir dua olsun…

 

, , , , , , , , ,
Share
Share