Uzak Bir Gökada Hikâyesi, Yıldızlar…

Uzak Bir Gökada Hikâyesi, Yıldızlar…

ECE İREM DİNÇ
Düş Kazanı - 05 Şubat 2014

“Dünyanın en ıssız ve en güzel adaları,” demiş Babilliler gökteki yıldızlara. “Hem fersah fersah uzakta, hem de bir katre gözyaşı denli yakındalar…”

Günün birinde herkes kendi yıldızını bulabilsin diye mi parlaktır yıldızlar?
(Küçük Prens,
Antoine de Saint-Exupéry)

Göğün yedi kat yukarısında, gece açılıp gündüz kapanan ve yeni gelinler misali allı pullu, ışıl ışıl yakutlu yıldızlar, kimi zaman farkında olmasak da hayatlarımıza nasıl da yakından dokunuyorlar aslında. Bir gazete sayfasında rastladığımız vakit, inanalım ya da inanmayalım gene de şöyle bir göz ucuyla olsun bakıvermiyor muyuz burçlarımıza? “Yıldızımız bugün ne diyor acaba,” diye geçirmiyor muyuz içimizden?

Yıldızlar… Hangi birimiz, hayatımızın herhangi bir noktasında kaybolmak istemedik ki kadifeden, yaldızlı bir yıldız tanesinin ardında? Kayıp giden bir kıvılcımın peşi sıra bin bir renkli hülyalara dalmadığımız bir an olmuş mudur mesela? Rengârenk çaputlar misali sallandırmadık mı hayallerimizi uçuşan bir yıldızın kanadında? Sallandırdık ya; sallandırdık elbet. Çünkü sevinmek demektir yıldızlar. Çünkü ömrümüzün herhangi bir ânında üst üste yığılıvermiş buruşuk, kirli umutsuzluklarımızı günün birinde uzak bir gökada kıyısında yeniden temize çekmektir yıldızlar.

Küçük bir kızken, nereden gelip nereye gider bu yıldızlar, diye merak ederdim. Onların da tıpkı bizim gibi kilometrelerce uzanan rayları var mıydı misal? Menzilini şaşmış bir yolcu gibi kendilerini mavi bir ekspres trene atarak günler geceler boyu yol aldıkları olur muydu hiç? Ya da apansız bir sevdaya düşüp de raydan çıktıkları dakikalar var mıydı ömürlerinde? Berduş bir yıldız olur muydu acaba? Belki de fötr şapkalı, gök âleminin kibar beyefendileri olmalıydı bütün yıldızlar. Ne ki, rüzgârgülleri tadında saf ve pembe birer kadın da olabilirdiler. İnsanoğlu gibi onların da duyguları var mıydı? Olur olmadık hüzünlere kapılıp, kimi zaman da yerli yersiz güldükleri olur muydu hiç? Kendileri gibi öfkeleri de kuyruklu muydu yoksa? Daha da önemlisi; yıldızlar küçüldükçe, içimizdeki yalnızlık büyür müydü? Peşi sıra dilek tuttuğumuz her yıldız, günün birinde bizi daha iyi bir dünyaya götürür müydü?

Yazık ki bütün bu soruların cevabı yine yıldızların efsunlu çehresinde gizli… Ol sebepten onlara dair ne söylesem, az biraz havada kalacak şimdi. Biz en iyisi, içimizde gezinip duran dilek bulutlarımızı telli pullu uçurtmalar misali salıverelim gitsin göğe doğru; elbet yakut yüzlü, ince ruhlu bir yıldız tanesi görüp de avuçlar umudumuzu.

Şimdi biraz daha geçmişe, hatta belki de çağlar öncesine doğru ufak bir yolculuğa çıkalım derim ben. Hadi, gelin de eski zaman insanlarının, yıldızların oluşturduğu şekillere ve gökyüzündeki hareketlerine dayanarak yarattığı hikâyelere, burçlara doğru şöyle bir uzanıverelim. Öyle ki, güzel şeydir bir yıldızdan söz etmek. Sevinçli bir sabah vapurunda, masmavi bir denize karşı oturup da susamlı bir simidi dişlemek kadar ümitli şeydir. Bugün bile hâlâ gazetelerin astroloji köşelerinden göz kırpan Babilliler’in dönemini seçtim sizin için. “Dünyanın en ıssız ve en güzel adaları,” demiş Babilliler gökteki yıldızlara. “Hem fersah fersah uzakta, hem de bir katre gözyaşı denli yakındalar…” Bugün bizlerin zodyak diye tabir ettiği, dünyaya yakın takımyıldızlarının bölünmelerini gösteren o hayali çizgiye “Hayvanlar Çemberi” adını vermişler. O gün bugündür de tıpkı bir isim ve soy isim misali beraberimizde taşıdığımız burçlarımızın çoğu da birer hayvan isminden yol almışlar. İşte şimdi, meraklısı için Babil mitolojisinden burçlar ve özellikleri…

KOÇ: Yollarda, bozkırlarda, yemyeşil kırlara bürünmüş altın postlu bir kraldır koç. Başının üzerindeki iki boynuzuyla vahşi bir dünyaya meydan okuyan sessiz, sakin ama kadim bir kahramandır o. Şiddeti sırrıdır, içini iyi oku!

BOĞA: Sevdiği kadının gönlünü çelebilmek için boğa kılığına giren ve Tanrı tarafından da tamamen bir boğaya çevrilen, yitik sözler, yitik sevdalar kuyusudur boğa. Dokunaklı bir âşık, bile isteye bambaşka bir bedene sürgün olacak kadar derin, içli bir sessizliktir o. Öfkesinde, vurgun yemiş bir hikâyenin kırıkları saklıdır. Sevmez hiç kırmızıyı. Çünkü kırmızıdır tutkunun temsili. Sen sen ol, daima uzak tut kırmızıyı ondan. Zira sevenin sevdasıyla alay etmek, yeryüzündeki en büyük günahtır.

İKİZLER: Biri, alevden yeleleriyle feleğin oğludur, öteki ise uçsuz umarsız denizlerin oğlu. İkisi yan yana geldi miydi, göğün katran karası bile korkudan sis tomurcukları doğurur. Değil mi ki, iki ruh bir oldu muydu şu koca evrende ondan daha kuvvetlisi yoktur. Dişe diş, göze göz bir kavganın çocuklarıdır ikizler. Çözmesi imkânsız, mahşeri bir düğümdür.

YENGEÇ: Denizlerin en yaslı, en dilsiz evlâtlarıdır yengeçler; cengin nedir bilmezler. Kulaçlarında uzak denizlerin, en derin maviliklerin selamını gizlerler. Kabuklarına sürgün, ebedi mültecilerdir.

ASLAN: Sesli bir alevdir aslan yıldızı. İçi sıra tutuşan bir öfkenin kıvılcımlarıyla böler geçer göğü. Unutma! Bir aslana ne kadar yaklaşırsan, o denli çabuk yanarsın.

BAŞAK: Öyle kavi, öyle keskin, tılsımlı bir kadındır başak. O görünmez kuvvetiyle her gün yeni baştan tazelenen uzak bir düş çiçeğidir. Şu âlemde ne kadar kayıp şiir varsa, hepsi de onun çehresinde dizilidir.

TERAZİ: Her daim hesabını tam vermekten yanadır terazi. Çünkü adil bir denge arayışıdır aslında bütün bir evrenin ezcümlesi. Artmak, fazlalaşmak, yer yer eksilerek yaşamak… Oysa bir teraziye göre, raydan çıkmadan yaşamalıymış her insan. Ne ki gün olur, makas değiştirmeye bile fırsat bulamadan ölüverirmiş her can.

AKREP: Kıskacıyla insanın umudunu morartan o en beter acıların simgesidir akrep. Bir kaderdir kimi zaman, bir isyan ya da bir intikam. Fakat yalnız acılardır insana hâlâ nefes aldığını hatırlatan ve yalnız acının siperinde büyüyen bir ruhtur insanı en güzel erdemlere ulaştıran.

YAY: Heybesindeki oklar eksildikçe, dünyaya hınçlanan küçük bir çocuktur yay. Ok çekenin okla öldüğü bir dünyadan habersiz, yeni yazgılar peşinde koşan bir fırtınadır o. Meydanların, kavgaların, sokakların ortasında inadına militan, inadına yaşamak yanlısı, hiç büyümeyen hayallerin devrimidir yay.

OĞLAK: Ne şehvet ne de yeis, hiçbiri barınmaz bir oğlağın ruhunda. Onun için hayat, yemyeşil kırlar misali tek mevsimlik bir maceradır özünde. Tek açımlık bir çiçek kadar narin, bir uçumluk kelebek kadar anlıktır. “Varsın gerisi dünyanın olsun!” diyecek kadar da doygundur oğlaklar.

KOVA: “Öf” dediği yerde öfkesi biriken, “sus” dediği yerde suskunluk büyüyen koca bir dünyadır kova. İçinde damla damla bir rüya, ha büyüdü ha büyüyecek bir çocuktur en uzak masallarda. Dupduru bir cesaretle, gün gelir içinde biriktirdiği ne varsa hepsini olduğu gibi geri verir. Sen kin sunacak olursan ona, gene kin alırsın en sonunda. Yok, eğer sevinç bırakacak olursan ruhuna, gene sevinç alırsın doğru vaktin bulduğunda.

BALIK: Şiir gibi, şarkı gibi, kadın gibi insanı usul usul dürtendir balık. Onun yuvası maviliklerdir. Ve mavidir bir insanı iyi eden, mavidir bir insanı en güzel hayallere zerk eden. Ve yine mavidir, en saf, en yürekli ümitlerimizin peşi sıra içimizde bitiveren…

Balıklar, Kovalar, Koçlar ya da diğerleri… Hangi burçtan olursak olalım, biz yine de aynı şevkle izlemeye bayılıyoruz gökteki bütün yıldızları. Öyle ki zaman zaman hayıflanarak yaşadığımız şu dünya bile özünde Nâzım Hikmet’in deyişiyle, yıldızların arasında bir yıldız tanesi aslında, hem de en ufacıklarından. Mavi, kadifeden bir yaldız zerresi yani. Ve boş bir ceviz misali yuvarlanmadan uçsuz bucaksız zifiri karanlıklarda, gelin, onu da bir kez daha sevmeyi deneyelim.

Günün birinde, bizler de tıpkı birer masal kahramanı gibi, bir yıldız taneciğinin içinde yaşamıştık, diyebilmek için…

 

, , , , , , , , , , , ,
Share
Share