Gılgamış ve Meçhul Yolcu

Resim: Ludmila Zeman, Gilgamesh mourns Enkidu

Gılgamış ve Meçhul Yolcu

ECE İREM DİNÇ
Düş Kazanı - 05 Mart 2015

Bir derdin bittiği yerde mi başlar bütün o derin uykular? Yoksa tıpkı destandaki o meçhul yolcu gibi, birdenbire çok yorulduğumuzu hissettiğimiz bir anda ve bize ait olmayan benliklerin, bize hiç mi hiç uymayan kimliklerin altında ezilmeye başladığımız bir zamanda mı?

Havaya baktım; sessizlik hâkimdi.
Tüm insanlık çamura dönüşmüştü.
Oturdum ve ağladım.
Gılgamış Destanı, “Tufan Tableti”

“Seni etkisi altına alan bu uyku da ne?” diye sordu Gılgamış hüzün kokulu bir sesle. “Kalbine dokunuyorum fakat kalbin; kalbin atmıyor bile…”

“Varlığımın soluk alıp verebilmesi için yeni bir şeye ihtiyacım var,” dedi meçhul yolcu. “Oysa zihnimin içi zifiri bir karanlıktan ibaret…”

“Uzun, çok uzun yollardan yürüyüp gelmiş gibisin,” diye mırıldandı Gılgamış. “Yorgun görünüyorsun.”

O vakit meçhul yolcu, puslu bir göğü andıran gri-lacivert gözlerini Gılgamış’ın gözlerine doğru çevirdi ve ilahi bir bahçeden salkımlar halinde yeryüzüne dökülüveren akik meyveler misali salıverdi gözyaşlarını yanaklarından, kalbine doğru. “Yüzüm…” diye yanıt verdi az sonra, boğulduğu hıçkırıkların arasından. “Yüzüm, nasıl uzun yolculuk yapanlara benzemesin? Rengim nasıl solmasın, yanaklarım nasıl içe çökmesin? Nasıl perişan olmayayım, nasıl bitap düşmeyeyim? Keder… Keder, nasıl içime işlemesin? Çok, çok uzun yollardan yürüyüp geldim, bu doğru. Fakat beni bunca perişan eden şey ne fersah fersah yollar, ne de ayak tabanlarıma çökmüş yorgunluklar. Gönlüm, yabancı! Gönlüm, tıpkı dikenli, sarmal, sert çalılar gibi. Ve düşlerim, damarlarımı zonklatan birer kıymık sanki. Çünkü kendimi yitirdim yabancı. İçimde, korkunç bir kış fırtınası koptu adeta. Bunun ne demek olduğunu anlayabilir misin? Tam altı gün, yedi gece ruhum için gözyaşı döktüm ben. Şimdi içimde uzunca bir yorgunluk var ve sonu gelmez bir uykusuzluk… Zihnim gitgide ayılırken, ruhum derin bir uykunun kollarına bırakıyor kendini. Uyku, anbean hapsediyor beni.”

“Gözlerindeki uykusuzluğu görebiliyorum,” dedi Gılgamış. “ Yorgunluğunu anlayabiliyorum. Fakat kalbin; kalbin niçin atmıyor?”

O an, meçhul yolcunun bakışları ağır, hantal bir duvar misali donuklaştı ve “Çünkü…” diye mırıldandı fısıldayan bir sesle. “Çünkü Uyuyanlar ve Ölüler tıpkı birbirlerine benzerler…”

Uyku…

Bir derdin bittiği yerde mi başlar bütün o derin uykular? Yoksa tıpkı destandaki o meçhul yolcu gibi, birdenbire çok yorulduğumuzu hissettiğimiz bir anda ve bize ait olmayan benliklerin, bize hiç mi hiç uymayan kimliklerin altında ezilmeye başladığımız bir zamanda mı? Düşler ile hakikatler arasındaki tüm bağları koparmak istediğimiz için mi sığınırız derin uykulara? Tüm mutsuzluklarımızı, tüm düşkıranlarımızı içimizden söküp alsın diye mi uyumak isteriz acaba?..

Derin uykular korkutuyor beni.

Biliyorum, aslında destandaki o meçhul yolcu da içten içe korkuyor bunca uyumaktan. Zira doğum sancısı çeken bir kadın gibi kendi kendiyle mücadele ediyor bütün bir hikâye boyunca. Ayılmak istiyor çünkü. Uzun, durgun bir yazın ardından gelen lodosla birlikte dalgalanan bir denizin taşkın, çocuksu sevincini duymak istiyor içinde yeniden. Püfür bir yelken misali uçuşmak istiyor düşlerine doğru. Onu düşlerinden sıyırıp da hakikatlere büründüren bütün düşüncelerini alev alev yakmak istiyor.

Tuhaf ama tanıyorum ben bu meçhul yolcuyu. Garip bir şekilde ezeli bir tanış hissi var onunla aramızda. Oysa bu destan, zamanın başlangıcında başlamıyor muydu? Üzerimizdeki gökyüzüne bile henüz isim verilmemişken, bastığımız şu toprağın bile adı konmamışken…

Sahi, nereden ve nasıl tanıyorum onu?

Elbette, zaman zaman kendi içimde büyüyen o bitimsiz, o derin, o gececil uyku hissinden… Can sıkıcı bir alışkanlık sonucu artık dinlemekten bile keyif almadığım bütün o şarkıların mırıl mırıl ezgilerinden tanıyorum onu. En yalnız, en ıssız köşe başlarıma gelip de kurulan düşlerimden biliyorum onu. İnsanların üzerime yığdığı bir dolu beklentinin arasında buluyorum onu. Gün geliyor, bir vakitler yüklenmiş olduğum, ne ki hiçbir zaman bana ait olmamış olan yaşantıların içinden seçip çıkartıyorum onu. Yüzyıllar evvelinde yaşanmış bir trajediyi, bugün bile hâlâ kendi trajedimmiş gibi kabullenerek hüzünlendiğim için tanıyor ve biliyorum onu.

Fakat gene de umutluyum ben.

Çünkü Gılgamış Destanı’nın sonunu da gördüm.

“Yaşadığımız buhran aslında korkunç bir tufandı,” diye yazar destanın sonunda.

“Fakat bir adam bu felaketten kurtuldu… Çünkü bir adam, tıpkı ölüme benzeyen bir uykudan kendini uyandıracak kadar cesurdu…”

Her birimiz, bir parça da olsa uzun yolculuk yapanlara benziyoruz aslında. Her birimiz -bugün ya da dün- hayatımızın herhangi bir noktasında uzun, çok uzun yollardan yürüyüp gelmiş kadar yorgunduk aslında. Oysa her şey geçiyor ve her ne olursa olsun, o an geliyor, bütün uykular hafif, ılık bir sabaha uyanıyor.

Şubatı da devirdik işte. Derin, mavi kış uykularımız nihayet sona erdi. Ve Turgut Uyar’ın da dediği gibi; önümüz bahardır şimdi. Her ne olursa olsun, gene de iyi şeyler söylemek lazım…

Sizleri, dil mürekkebimin siyahında biten masalsı bir bahar telaşıyla selamlarım!

Şu gökyüzü, şu toprak, şu deniz azıcık ısınıversin hele; çiçekler de açacak o vakit.

Sevineceğiz yine…

 

, , , , , , , , , , ,
Share
Share