Böyle Başlar Zerdüşt’ün Batışı…

Resim: Nicholas Roerich, Zerdüşt, 1931

Böyle Başlar Zerdüşt’ün Batışı…

ECE İREM DİNÇ
Düş Kazanı - 23 Temmuz 2015

“Ama şu öğüdü vereyim sana ayrılırken ey deli;
bir yerde artık sevemiyor musun,
oradan geçip gitmeli…”
Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt

İnsanlık var olduğu, kendini sorguladığı ilk günden itibaren, bilhassa iyilik ve kötülük arasındaki çizgiyi, kimi zaman tanrısal güçle, kimi zaman bilimle, kimi zaman da felsefeyle belirlemeye çalışmış ve bulduğu yöntemleri kendince bir rehber saymıştır. Fakat bu noktada sizi yanıltmak istemem, zira az sonra yazacaklarımın hiçbiri bilimsel, tanrısal ya da felsefi boyutlarda salt iyilik ya da kötülükle ilişkili olmayacak. Öyle ki, her iki kavramın da çok, çok ötesine geçmeyi başarabilmiş olan öteki insanlardan söz edeceğim. Daha açık bir aydınlıkla ifade etmem gerekirse, bu, yaşayan yıldızların hikâyesi olacak; diğer bir deyişle, Zerdüştler‘in

Nietzche’nin meşhur Zerdüşt’ünü az çok bilirsiniz. Hani, otuz yaşına basınca yurdunu ve yurdunun gölünü terk ederek dağlara çıkan o bilge adam… Orada, vardığı uzaklıklarda ruhunun ve yalnızlığının zevklerine ulaşan Zerdüşt günün birinde, bir şafak vakti kalkar ve güneşin karşısında dikilerek ona şöyle der;

Ey ulu yıldız! Kendilerine ışık saçtıkların olmasaydı, saadetin nerede kalırdı? Bak, on yıldır yükselir durursun mağaramın üstünde; benim için, kartalım için, yılanım için… Şayet bizler olmasaydık, ışığından da, bu yoldan da bıkardın. Ey ulu yıldız, bundan böyle daha derinlere inmeliyim… Denizin ardına batıp alt dünyaya ışığını götürürken, akşamları senin yaptığın gibi tıpkı… Mutluluğun yankısını dört bir yana götürmeden evvel şimdi, şu dakika, şurada batmalıyım en derinlere…

Ve işte böyle başlar Zerdüşt’ün batışı.

İyi ile kötü, haz ile elem, ben ile sen… Zerdüştler’e göre, bütün bunları bilmek, kavramak ve çözümlemek hem bir erdem hem de bir felakettir özünde. “Erdemlerini seveceksin,” derler, “çünkü günün birinde, onlar yüzünden yok olacaksın…”

Peki kimdir bu Zerdüştler? Ne farkları vardır senden, benden, bizlerden?.. Şöyle kafamızı iyice bir sallayabilsek, yüklerimiz topak topak dökülüverecekken üzerimizden; adına Zerdüşt denilen bu insanların yüksüz, tasasız, dünya çilesi görmemiş gibi duran o ferahfeza halleri nereden gelir? Sahi, nedir bunun sırrı?

“Zerdüştlük” çok, çok eski zamanlardan kalma bir terimdir. Kimileri buna, “Mecuzilik” de diyebilir. Bir tür dini inançlar bütününü ifade eder aslında. Ateşin kutsal sayıldığı dinlerden biridir ve ateş, bu inancın tanrısı olan Ahura Mazda’nın ruhudur. Zerdüştler, dünyanın dört evreden oluştuğuna inanırlar. Buna göre birinci dönemde iyilik ve kötülük ortaya çıkar, ikinci dönemde dünya karanlığa ve felaketlere doğru sürüklenir. Üçüncü dönemde ise iyilikle kötülüğün mücadelesinin sonunda, zafer iyilerin olur. Tıpkı o eski Yeşilçam filmlerinde olduğu gibi yani… Kim bilir, belki de o dönem yönetmenlerinin de içlerinde bir parça Zerdüştlük olacak; zira her filmde evvela iyi ile kötü karşılaşır, sonra felek türlü oyunlarla en galiz yüzünü ortaya çıkarır ve en nihayetinde kazanan yine iyiler olur. Öyle ki, buna, gelmiş geçmiş tüm Zerdüştler’in Anadolu topraklarında yaşamış oldukları teoremini de ekleyecek olursak, Yeşilçam felsefesinin kaynağını, bir parça da olsa, ateşin çocuklarına dek çekip uzatabiliriz.

İşin dini boyutlarını bir yana bırakacak olursak, Zerdüştler aslında, güçlü birer filozof ve düşünce adamı olarak da tarihe adını yazdırmayı başarmış bilge kişiliklerdir. Ne ki, antikçağ Yunan filozoflarının ana hareket noktası da Zerdüştler’in felsefi öğretilerine dayanır. Ahura Mazda aklın efendisidir, Zerdüştler ise “Yaşayan Yıldızlar”… Her daim soran, sorgulayan, insanlığın özlemleri ile yaşamın sunduklarını belli bir dengede tutmaya çabalayan bu insanlar, evrenin özdevinimlerini arkalarına alarak uzun, çok uzun bilgelik yollarına çıkmışlardır. Bu uzun ve engebeli yolları nasıl tamamladıklarını soranlara ise şu yanıtı vermişlerdir;

İnsanoğlunun geleceğe dair taşıdığı o bir avuçluk umut, eğer yüreğinin terkisinde duruyorsa hâlâ, aşamayacağı yol yoktur. Çünkü insana yürümeyi öğreten şey; içinde hafif, narin, canlı, minicik ruhların uçuştuğu o umudun ta kendisidir işte!

Böyle buyuruyordu Zerdüştler.

Küçücük ruhları ve uçsuz bucaksız gönülleri vardı onların. Kurtarıcılara inanmazlardı. Saatleri, beklenen erdem vaktini vurduğunda ise şöyle derlerdi;

Olgunluk zamanı, bir sabahtı. Fakat artık benim gündüzüm başlıyor; gel artık, gel, ey büyük öğle!

Adına “dünya” denilen ve muammaengiz yollardan, dönemeçlerden mürekkep bu boşlukta içimizde kalan bir pişirimlik Eyûb sabrıyla yol alma telaşındayız her birimiz. Çizdiğimiz sınırlar, ördüğümüz duvarlar, sakladığımız sırlar boyumuzu aşıp da biperva noktalara doğru uzandığında, belki de bütün bunların olgunluk çağlarımıza yollanan bir sabah vaktinden ibaret olduğunu düşünmek evladır, kim bilir. Ne de olsa, herkesin öğle vakti er ya da geç mutlaka gelecektir. Ve bir Zerdüşt’ün deyişiyle;

Eğer kâinat bahçesinden bir servi eksildi ise, sen sağ ol ki, kâinatın canı sendedir!..

 

, , , , , , , , , , , ,
Share
Share