SAA-1 / 049 Mesut Kadınlar Fotoğrafhanesi

SAA-1 / 049 Mesut Kadınlar Fotoğrafhanesi

AHMET BÜKE
Sosyal Ayrıntılar Ansiklopedisi - 27 Nisan 2015

“Gevezeliğe gerek yok. Sana işim düştü işte. Benim bir ahretliğim var. Ona yardım edeceksin bir süre. İyice yaşlandı. Fazla da zamanı kalmadı. Hem iyi maaş verir. O meşhur sala bineceksen, tok karnına git,” dedi.

Yağmur vardı.

Öncesini bilmiyorum. O kadar uzun süredir yağıyordu ki, sadece yağmur vardı!

Aslında bir hareket daimiyse –yağmuru bir devinim olarak sayarsak– yani olmama halini kimse hatırlamıyorsa, bu söylediğim de çok doğru olmaz.

Ezcümle yağmur vardı demeyeyim; her şey yağmurdu ya da yağmur hepimiz için bir haldi galiba.

Tıpırdıyordu, şakrayarak geliyordu bazen. Sessiz olduğu zamanlar da vardı, güldüğü ve sinirlendiği zamanlar da.

Kediler arada gelip beni yoklamasa, rüyalarıma da yağacaktı galiba.

Beni boğulmaktan onlar kurtarıyordu.

O zaman battaniyemi sırtıma alıp çatı katındaki cihannümaya çıkıyorum. Ortalık serin iyice fakat epey yukarıda bir gökyüzü oluyor. Sanki bulutlar bizim göremeyeceğimiz yüksekliğe çıkıp orada toplanmışlar. Nasıl bir yağmursa aydınlık gökyüzünden durmadan düşüyordu bizim şehre.

Aşağıdan el arabalarıyla mantarcılar geçiyor.

Avaz avaz bağırıyorlar.

İzmir’in kıyısında bucağında tek yetişen ürün mantar artık; şapkasız, şapkalı, lezzetli ve bazen müthiş zehirliler.

Fakat hayat da bir yandan sürüyor. O büyük mecburiyetimiz çünkü. Mutlaka acının ve zorluğun kayasını birileri tepeye doğru bıkmadan taşıyor.

Benim de kapım çalıyor yani.

Ne sandınız, kimse sahipsiz bırakılmaz şu hayatta.

Koşar adım merdivenleri indim. Kapıyı açtım.

Bana şöyle bir baktı.

“Mor battaniyenle kahraman olamazsın biliyor musun?” dedi Arap Hatçam Teyze.

Güldüm.

Meğer son enerjimi buna harcamışım. Bir yaprak gibi titrediğimi hatırlıyorum en son.

Gözümü açtığımda, merdivenlerin yanına serilmiş bir döşekte yatar buldum kendimi.

Hatçam Teyze, ben bayılınca koşmuş yukarıdan, yüklüğün içinden yorgan çekip indirmiş.

Bir güzel örtmüş, bürümüş beni. Sonra piknik tüp, tencere ve enginar almış, gelmiş evinden.

“Babaannenden güzel zeytinyağı kalmış sana,” dedi.

Bol soğanla pişirmiş.

“Bak, bizim kilerde kalan son hazinelerle yaptım bunu. Mutlaka ayağa kaldırır seni.”

Dediği gibi, ertesi gün battaniyemle uçacak hale gelmiştim.

Bir demlik çayla geldi bu defa Arap Hatçam Teyze.

“Şimdi bir mesele var. Asıl seni o yüzden dirilttim. Yoksa kılardık namazını, karardık helvanı. Ben sağ, sen selamet, bakardık işimize.”

“Acaba öyle daha mı iyiydi, Hatçam Teyze,” dedim.

“Höst!”

Kesti sesimi.

“Gevezeliğe gerek yok. Sana işim düştü işte. Benim bir ahretliğim var. Ona yardım edeceksin bir süre. İyice yaşlandı. Fazla da zamanı kalmadı. Hem iyi maaş verir. O meşhur sala bineceksen, tok karnına git,” dedi.

Ertesi gün tıraş oldum, kravatımı bağladım, yelekli takımımı iyice fırçaladım. Uzun yağmurluğumu aldım.

Yola çıkmadan, Hatçam Teyze’nin elime tutuşturduğu adrese baktım: Mesut Kadınlar Fotoğrafhanesi, Mezarlıkbaşı, Numara 12.

Mesafeyi şöyle bir düşündüm. Keselerden[1] gidersem iki saate varırdım. Elbette yürüyecektim. Zaten yağmur suları yüzünden birçok hatta otobüs çalışmıyordu artık. Olanlar da ateş pahasıydı. Gerçi belediye bir kolaylık göstermişti. Parası olmayan, gideceği mesafeye göre yumurta da verebiliyordu. Misal, eski Garaj-Bornova otobüsüne beş yumurtaya binebiliyordunuz.

Ulan, bunun neresi kolaylık!

Beş yumurta için beş eve ateş düşerdi.

Pis vurguncular.

Neyse, yürüdüm ben.

Saatim yoktu, ama günün ikinci sağanağı başlamadan varmıştım adrese.

Tek katlı bir dükkândı.

İçeriye girdim.

Duvarlarda küçük büyük yüzlerce çerçevelenmiş kadın fotoğrafı vardı.

Karanlığın içinden bir ses yükseldi.

“Gel evlat, gel.”

Gözlerim loşluğa iyice alışınca gördüm. Beyaz saçları örüklü –rahmetli babaannem gibi– kocaman bir koltuğa oturmuş nargile tüttürüyordu.

“Arap Hatçe bahsetti senden. Ağzın sıkıymış öyle mi?”

“Öyledir,” dedim.

“Maşallah, inşallah” dedi gülerek.

Uzun uzun işi anlattı bana.

Buraya sadece kadınlar geliyordu. “Yoksa babam gelse, elime işi almam,” dedi. İstedikleri dünyayı anlatıyorlardı. Fotoğrafçı kadın, her müşteri için bir zaman ayırıyor, önce ne çizeceğini düşünüyordu.

Evet, arkada büyük tiyatro sahnesi gibi boşluğu olan hangarın duvarına kadınların istediği zamanı ve onun anlarını çiziyordu.

Sonra kadına haber vermek gerekiyordu ki, bu benim görevlerimden biri olacaktı.

Müşteri geliyor, büyük yağlı boya tablonun önünde duruyor ve fotoğrafı çekiliyordu.

“Gayet basit evlatçım,” dedi.

Arap Hatçam Teyze yarı şaman, yarı deliydi. Haliyle arkadaşı da garip olacaktı. Hiç olası gelmedi bu anlattıkları. Bir ay buraya ayak tepip, beş kuruş para alamama ihtimalimi düşündüm.

Beni anladı galiba.

Elini göğsüne attı.

“Al bakalım. İlk maaşın peşin,” dedi.

Ertesi gün işe gelmeden, fotoğrafçı kadının verdiği adrese gittim.

Yaşlı bir kadın açtı kapıyı.

“Melahat Hanım?”

“Buyurun benim,” dedi.

“Sizin hazırlıklarınız bitmiş. Fotoğrafhaneye bekliyoruz sizi,” dedim.

Kadın hemen hazırlandı. Köşeden bir taksi çevirdim. Fotoğrafçı kadının dünden verdiği bir düzine yumurtayı şoföre uzattım. Adresi söyledim.

Melahat Hanım o gün epeydir olmadığı kadar mesuttu. Fotoğrafçı kadına anlattığı sahne aynen hazırdı.

“Bir göl olsun arkada. Biz yemyeşil çayırlara oturmuş olalım. Arkada benim iki ufaklık top arkadaşlarıyla ip atlıyor olsun. Biz rahmetliyle baş başa oturmuş olalım. Beyim çok yakışıklıydı işte eski fotoğrafları. Bıyıkları aynen buradaki gibi olsun. Burma ve dik. Bol bol güneş olsun, gökte hiç ama hiç bulut olmasın. Olur mu? Zerre karanlık düşmesin bize.”

Fotoğrafçı kadın tam da tarif edildiği gibi resmetmişti her şeyi.

Melahat Hanım, sevgilisinin yanına geçti. İkisi de mahcup, yere bakıp gülümsüyordu.

Üçayaklı büyük fotoğraf makinesini ayarladık. Işıklar çaktı.

Her şey bitti.

Ertesi hafta, çerçeveli büyük fotoğrafı, çiçekli basmadan bir kılıfa koyup sahibine götürdüm.

Ayda iki defa böyle fotoğraflar çekiyorduk.

Fakat fark ettim ki, kimse eline cebine atmıyordu. Ne para, ne de yumurta karşılığı değildi bu emek.

Sonunda dayanamadım.

“Kusura bakmayın ama bu suyun değirmeni nereden geliyor?” diye sordum fotoğrafçı kadına.

“Ağzın sıkı diye söylüyorum buna bak,” dedi. “Sizin Arap Hatçe örgüte girdi. Belediyenin tavuk çiftliklerini soyuyorlar.”

“Ne?”

“E, tabii. Zaman değişti. Banka mı soysunlar şimdi. Onlar da haklı,” dedi.

Vay Arap Hatçam Teyze vay!

Demek senin de bir kızıllığın varmış şu dünyada…

 

[1] kese: Kısa, kestirme yol.

, , ,
Share
Share