SAA-1 / 018 İzmir Yangınları

SAA-1 / 018 İzmir Yangınları

AHMET BÜKE
Sosyal Ayrıntılar Ansiklopedisi - 15 Eylül 2014

“Bence hepimiz için ibret alınacak şeyler var bu ölümde. Keşke zaman zaman onun elinden tutsaydınız ve ‘her şeyi bu kadar dert etme’ deseydiniz. Neyse artık, olan oldu.”

İzmir depremleri meşhurdur. Üç beş yılda bir mevsimi gelir, beşik gibi sallanır. Rahmetli dedem hiç korkmazdı. Gecenin bir vakti uyanıp ona bakardım. Karyolalarımız dip dibeydi. Parmağıyla gece lambasını yakar, gözlerimin içine bakar, “Uykunun devamını talep ediyorum,” derdi. Ben de başımı yastığa gülerek koyar, gözlerimi yumardım.

Babaannem bizim kadar serinkanlı değildi tabii. Hemen Yasin okumaya başlardı. Ona göre henüz diri olanlar için çok önemliydi bu.

Bir de yangın muhabbeti hiç bitmezdi bizde.

Büyük İzmir Yangını nereden başladı, nereyi sardı, kimler kaldı, kimlere ne mallar düştü, kim altınlarını vermeye yanaşmayınca evine ateşler salındı, konuşulur dururdu.

Ateş de diriler için mühim hadiseydi işte.

Ben de bunu bizzat yaşadım şu ahir ömrümde.

O zamanlar Asansör’ün üst sokağında oturuyorduk. Liseye gidiyordum ve hiç arkadaşım yoktu. Üstelik erkek lisesine kayıtlıydım. Zulüm üstüne zulüm yani.

Yaz gelince Çeşmealtı’nda katmer açan dayımın yanına çıraklığa başladım. Ama cibinlikte uyurken ayak başparmağımdan akrep ısırınca, doğru Karataş’taki Yahudi Hastanesine kaldırdılar beni. Doktor, “Aslında sokarca bu kadar ateş yapmaz ama demek ki bir hassasiyeti var çocuğun,” dedi.

Gündüzleri fena hissetmiyordum kendimi. İlacımı verip sırtımı Vicks kremle –nedense– ovuyorlardı. Sonra herkesin Haşe Teyze diye ünlediği yaşlı bir kadın başucuma geliyor, çayda ısladığı Selanik peksimetlerini bana yediriyordu.

“Gece ateşin çıkınca sakın korkma,” diye sürekli tembihliyordu beni Haşe Teyze. “Biliyorum, hastanede benim oğlandan başka kimse olmuyor. Çok kötü olursan onu çağır. Küvete buz döker, seni yatırır içine. Ama dayanabilirsen dayan. Çocuğumu tanıyorum, laf anlatmak zordur.”

Haşe Teyze’nin oğlu hastanenin gece bekçisiydi.

Dişimi sıkarak sabahı ettiğim çok oldu. Ama bir gece dayanamadım. Gözlerimden dumanlar çıkıyordu sanki. Öleceğimi düşündüm. Beni bekleyen hayattan çok da ümitli değildim aslında. Hayat boyu zorluk ve başarısızlıklar beni izleyecekti sanki. Nedense içime hep böyle doğuyordu. Ama bir umut işte, deyip başımı yastıktan kaldırdım. Tuvalette pijamalarımı iyice ısladım. Yeniden giydim. Odanın bütün pencerelerini açtım. İyice cereyan alayım diye yere uzandım.

“Ölmek böyle bir şeymiş,” diye içimden geçiriyordum. Bu kadar sıcak içinde olmasaydı bari.

O anda bana doğru eğilmiş bir baş belirdi. Rüya mı? Mümkün. Az önce Soma-İzmir kömür katarı geçmişti odanın içinden. Bu kara gözlü bakışlar hayli hayli hülya olabilirdi.

“Böyle olmaz,” dedi bana bakan. “Havale geçirirsin.”

Kolumdan tutup kaldırdı. Ayaklarım tutmuyordu artık. Sırtına yükledi vücudumu. Aşağı katlara doğru indik. Bana göre en az bin basamak aşağıdaydık. Hatta kimi zaman inerken yukarıya çıkıyorduk.

Gözümü açtığımda, iyice eskimiş bir küvetin içindeydim. Hani şu kovboy filmlerinde var ya, içindeki adam aniden davranır ve silahını ateşler. İşte öyle bir yerdeydim. Etrafımda buz parçaları yüzüyordu.

Alnıma dokundu.

“İyi, yırttın gibi,” dedi.

Sonra atik bir hareketle elimi sıktı.

“Ben Haşe’nin oğluyum,” dedi.

Gömlek cebinden bir kâğıt çıkardı. Okudu.

“Bu sizin evin adresi mi?”

“Evet,” dedim. “Neden senden duruyor?”

“Annem verdi. Gece ölürsen size gidip haber vereceğim de…”

“Ama,” dedim. “Gece vakti dedem çok üzülür, kalbi falan sıkışır.”

“Yok zaten kapıyı çalmıyorum. Pusula atıyorum kapının altında. Sonra hemen dönüp buzhaneye kaldırıyorum rahmetliyi. Malum, İzmir hep sıcak, hep ateşler içinde…”

Buzhane içimi rahatlattı biraz. Oh, mis gibi serinde kalacaktım.

Haşe Teyze’nin oğlu beni o gece iki kez daha küvete götürdü getirdi.

“Sağlam çocuksun aslında,” dedi. Bu ateşe çoktan gidermiş başkası olsa.

Çok ısrar ettim. Pusula meselesini. Sonunda anlattı.

“Matbu bir şey değil. Her defasında düşünüp farklı şeyler yazıyorum. Bazen hasta fişlerine bakıyorum, başhekimin odasındaki dosyaları okuyorum. Annemin hasta ile ilgili anlattıklarını hatırlamaya çalışıyorum. Rahmetlinin başucunda yazdıklarımı okuyorum. Sonra adrese gidiyorum.”

“Abi, ölürsem bizim eve ne götürecektin?”

“Biraz çalışmam lazım,” dedi, gitti.

İçim geçmiş.

Uyandığımda sabah olmuştu. Yastığımın altında bulduğum kâğıdı size de okuyayım.

“Sayın Veli,

Çok sevdiğinizi düşündüğümüz evladınız, torununuz dün gece sabaha karşı hastanemizde gözlerini hayata yumdu. Hiç acı çekmedi. Hatta acılarını geride bıraktığı için memnun bile sayılırdı. Yaşamayı yeterince sevseydi bunu yapmayabilirdi. Çünkü onu ısıran akrep –Başhekim Bey’in notunda da belirttiği gibi– esasen insanı bırakın öldürmeyi, kaşındıracak kadar bile zehirli değildi. Bence hepimiz için ibret alınacak şeyler var bu ölümde. Keşke zaman zaman onun elinden tutsaydınız ve ‘her şeyi bu kadar dert etme’ deseydiniz. Neyse artık, olan oldu. Onun son isteğini size bildirmek ayrıca bizim için bir borçtur. Evdeki tüm kitaplarının ve çizgi romanlarının hastanemize bağışlanmasını istedi. Tabii yine de son karar sizin.

Karataş Yahudi Hastanesi Müdürlüğü”

Vay babanın şarap çanağı, diye düşündüm. Demek ki, sayıklarken neyim var, neyim yok anlatmışım.

, , , , , , , , ,
Share
Share