Yumdum gözümü, daha iyi görüyorum

Yumdum gözümü, daha iyi görüyorum

Mehmet Erkurt
04 Ekim 2013

Postmodern bir saklambaç geliştirdik. Sevmiyorum. Oynamamak için, elimden ne gelirse yapıyorum.

Bu saklambaçta, bedenen saklanmıyoruz. Aksine, o kadar görünür bir haldeyiz ki, bıktırıyoruz herkesi. Göz önündeyiz, olabildiğince gözün ve kalabalığın önünde olmak için ter ter tepiniyoruz da, saklambacın âlâsını oynamayı başarıyoruz.

Diyorum, kahkahalar atan çocuklar olsa, gecenin bir yarısı sesleri gelse balkona, odaya… En fazla “Baktın işte, gözünü yumar gibi yaptın ama baktın!” ya da “Hayır, önce ben sobeledim, duvara önce benim elim değdi!” diye didişken çığlıklar yükselse… nefis olur da…

Yok ama… Bizim olayın boyutu başka.

Koca koca insanlar –ki 30’luk bir doğal üyesi de ben oluyorum bu grubun– sürekli birtakım soyut paravanların arkasına saklanma halinde. Şu son birkaç yıldır kafayı taktığım bu paravan türü, “ezber”ler, “düstur”lar ve bu ikisi ışığında baskılanan “düz dur”lar.

Müge İplikçi’nin yeni romanı Saklambaç’ı okuduğumda, tarihin üzerine asfalt döken susturucu anlayışlara fırlattığı mızrak kadar, bu “düz dur”lar üzerinde de düşündüm. Düz. Yani normal. İstendiği gibi. Standart. Aynı. Uyumlu…

Bunlar dışında ne çok sıfat var, kolayca kaktırıverdiğimiz. Ötekine de, kendimize de. Şahsımızı erdem paravanları arkasına, karşımızdakini eleştiri etiketleri ardına bir güzel saklayıveriyoruz –eh, karşımızdaki her zaman daha aşağılıktır ya bizden, bana paravan, ona etiket.

Böyle böyle, çok konuşarak susuyoruz işte. Lafların arkasına bir güzel sığınıyoruz. Öykülerden korkuyoruz çünkü. Yaşamöykülerinden, ölümöykülerinden…

Ve kâbuslar. Tıpkı Funda’nınkiler gibi. Hayat öykülerimizdeki eksikliklerin, boşlukların, “sus”ların, “sorma”ların kendini yüzeye çıkarışı, yani kâbuslarımız. Yüzünü görmediğin adam, arkasına geçemediğin kapı, içine giremediğin oda, sonuna varamadığın koridor ya da… yüksek bir düşüşten sonra çarpmadığın zemin. Ölüm, malum, en büyük bilinmeyen. Sorular dönenir durur kafanda. Yasaklar, söylenmeyenler, neydiği belirsiz nedenler… Rengini koyamadıklarının, anlamlandıramadıklarının kâbusudur işte, gecelerini ve gündüzlerini delen.

Saklambaç’ı okurken de, Funda’nın bu kâbusla mücadelesiydi üzerine düşündüğüm. Büyümek, bir anlamda hayatına ve zamana, zamanın kurgusuna da bir ad vermektir. Kaçamadığın bir süreç; elbet yakalıyor seni yüzleşmeler. Bu kurguya bir ad vermen için, önce akışı görebilmek, adımları sayabilmek, art arda’lığı neden’lerle doyurabilmektir ihtiyacın. Bu, Funda’da, dedesinin ona anlattığı acı öykülerin, ona hiçbir öykü vermemiş insanlarca “zırva” ilan edilmesidir mesela –ki adı inkârdır, en yaygın saklambacımızdır.

Oysa, hangi yaşta olursa olalım, “büyümek” için, çok temel bir aşamayı geçmemiz gerekir: Öyküyü baştan sona dinlemek. Dinleyebilmek. Birden çok kez, belki. Bazı pasajları özellikle tekrarlatarak. Eksikse sayfa… anlatılmayanın da peşine düşerek. Ebeliğe soyunarak, sobelemekten korkmayarak.

Zaten bunu yapmıyor mu bugünkü gençliğin saklanmayan kısmı? Hem de hepimizi utandıracak bir kararlılıkla? Sunulan hiçbir ezberi, sırf “ezber” olduğu için bile kabul etmeyerek?

Apolitik diye diye ezildiler yetişkinlerce. Duyarsız diye, okumuyor diye, umursamaz diye bilgiç bakışların, cık cık korolarının mağduru oldular da, kurbanı olmadılar hiç. Neden cık cık’landılar hep? Cidden, neden? Bir sağdan bir soldan yerildiler? O hep birbirimize sattığımız “-izm”leri, ilkeleri ve ezberleri tekrarlamadıkları için mi? Kolayca “he” demedikleri için mi?

Ya biz? O düsturları “büyük” cümlelerle dolandırırken masalarımızda, gerçeğin özündeki “basit” olanı, bariz olanı, acıyı, insanı ve “öyküsünü” ne kadar umursadık acaba? “Aaa umursamaz mıyız hiç!” diye böbürlenmeyelim sakın, tekrar soralım kendimize: Ne kadar öncelik verdik insanın anlatılmamış öyküsüne? Kuramlardan ve makro bakışlardan, duyguların kokusuna ve çığlığına neden varamadık?

Bu gençler vardılar ama. Bizden çok daha çabuk vardılar hem de. Saklanmayanlar. Gördük onları. Kör olmayanlarımız.

Şimdi sorarım: Hangisi daha politik bu ikiliden?

Marifet her akşam bir televizyon ekranının arkasına saklanmak, bir gazetenin başköşesinde gizlenmek; yolda, otobüste, vapurda serzenişler haykırarak örtünmekse…

Funda “apolitik” mi, bilemem. Ama Funda ve gibiler, benim gözümde, yarın olma ihtimalini doğuranlar.

Düsturlara takılıp “düz dur”mayanlar.

Saklanmayanlar.

, , , ,
Share
Share