Bir varmış, hep olsunmuş

Bir varmış, hep olsunmuş

Funda Demir
30 Ocak 2013

Benim büyüdüğüm semtte yaz geceleri insanlar sokaklara dökülür, çay demlenince tavlalar meydana çıkardı. Kaldırımlar büyüklerin, köşe başları gençlerindi. Zar sesine kahkahalar eklenir, çocuklar gecenin bir vakti demeden bisikletleriyle mahalle turu atarken, gençler çoktan sahile inmiş olurlardı. Kapıları kilitlemek nedir bilemedik hiç. Bir evden diğerine koşan çete gibiydik. Bütün evler, bütün çocuklara açıktı sanki. Annemin salçalı ekmeği herkesinkinden güzeldi, ama kimse Veysiye Teyze gibi patates kızartamazdı. Komşu demek akrabadan yakındı. En kötü gününde herkesten önce onlar koşardı. Telefon mu gelmiş, araba mı lazım, kahve mi bitmiş, işin var çocuğu mu bırakacaksın… Bir kapı uzağımızdaydı. Aramızda daha zengin olanlar da vardı, ama hepimiz gazete kâğıdından yapardık uçurtmalarımızı. Yazları konserler düzenlenirdi, görevliler mahalle gençleri olduğundan Parseh Ahparig saat 9’dan sonra açtırırdı kapıları, biz hep bedavaya seyrederdik… Deniz desen, üç yüz metre ya var ya yok. Martılar eksik olmazdı başımızdan. Sardunyalarımız inatçı, bizler mutluyduk. Düşünsenize her gün park, her gün bisiklet, her gün dondurma!

İlkokulum bir yanında cami, bir yanında kilise olan küçük bir binaydı. Sıra arkadaşım zangoçun kızı olduğundan, kilisenin meyve ağaçlarıyla dolu bahçesinden ayrılmamız zor olurdu. Oysa caminin arkasındaki dut kadar ballısına rastlamamıştık. Bir de müezzin sadece yere düşenleri toplamamıza izin vermese kimse tutamazdı bizim Selim’i. Okulun kapısında ders bitimini bekleyen köpeklerimizi, kapımızın önünde uyuyan kedileri söylemiyorum bile. Bizim canımızı en çok, boruyla üflenen kâğıtlar acıtırdı. Erkekler o zamanlar da kızların canını yakmaktan keyif alırdı! Bir misketin, bir şişe gazozun her derde deva olduğu yıllardı ki Bakkal İbo Abi’de hiçbir şey eksik olmazdı. Bir de en yakın arkadaşlarınızdan birinin adı Cesur olunca, o borudaki kâğıtlar hiçbir zaman size isabet etmezdi.

Fırından çıkan taze ekmek kokardı sokaklar. Kimseye zararı olmayan şarapçılarımız, sokak insanlarımız vardı. Hani; o bize bir şey yapar mı diye düşünmezdik hiç. Belinda vardı, Belinda hâlâ var. Sokaklarda, apartman boşluklarında yaşar Belinda. Derler ki, sevdiği oğlan Müslümanmış kavuşamamışlar, kendini unutmuş o gün bugündür. Fakir fukaranın dostu diş hekimi Niko varmış, bizim caddede yaşarmış, bir eylül günü kıymışlar canına, yıllar geçer hâlâ unutulmaz adı. Annemin en yakın arkadaşını Müslüman bir komşusu kurtarmış o karanlık günlerden. Canı pahasına saklamış onları.

Paskalya’da yumurta toplayan bütün çocuklar, Ramazan Bayramı’nda da şeker toplardı. Niye geldin demezdi bize kimsecikler… Çünkü bayram en çok çocukları, bir de mahallemize gelen seyyar oyuncakçıyı sevindirirdi.

Madam Teyze çocukları ne kadar çok severse, nam-ı diğer Deli Meliha, (ki kendisi zamanında Türkiye güzeli olmuştur) gürültüden ve çocuklardan o kadar nefret ederdi. Kocaman duvarlarla kaplı bahçesine top kaçtı mı, acımaz keserdi. Onu kızdırmak, pencereden bağırmaları ya da peşimizde koşturması artık bir oyuna dönüşmüştü.

Memleketin en anlayışlı din kültürü ve ahlak bilgisi eğitmeni, doğma büyüme semtlimiz olan Cengiz Öğretmen din dersleri verir, katılmak istemeyen Ermeni arkadaşımız olursa anlayışla karşılar, onları kütüphane ya da tiyatro salonuna gönderirdi. Bunların hiçbiri gözümüzün önünde olmazdı. Derse girmeden her şey konuşulurdu. Bize dört büyük dini sabırla anlatırdı. Dinin, kalbin ve vicdanın gölgesi olduğunu söylerdi. İnandığınız şey ne kadar aydınlık ve pürüzsüzse, vicdanınız o kadar rahattır, derdi.

Vaftiz törenine, kilisede bir nikâha gitmek çocukluğumun en renkli anlarındandı. O süslü şapkaları, daha önce görmediğim o törenleri unutmam mümkün değil. Ermenilerin Allah’ın emriyle kız istediklerini kendi kulaklarımla duyduğumda da, tıpkı son günlerde yaşananlara olduğu kadar şaşırmıştım.

Artık büyüyordum, üniversite hayatıyla beraber eve geç gelmeler, hatta birkaç gün uğramamalar başladı. Mahalleye girdiğim an, marketten pastaneye, bakkaldan Sevim Teyze’ye kadar anne babamdan önce nerede olduğumun hesabını vermem gereken kişiler vardı. Sana ne demek mi? Ne haddime!

Balıkçı tezgâhları koca palamutlar, kıvrım kıvrım istavritlerle dolar taşardı. Ama köşedeki midyeciye uğramazsak hatırı kalırdı. Rakı bu kadar güzel mi kokardı? Ya Küçük Paris merdivenlerin altında hep mi isimleri fısıldardı? Hangi dertler, hangi sevinçler dile geldi şu masalarda kim bilir? Pencereler her şeyi uçurmuş, ama sesler sanki hâlâ burada. Tren on beş dakikada bir geçer semtimizi sallayarak. Evimize ilk defa gelenler ne zaman tren geçse deprem olur sanarlardı da çok gülerdik kardeşimle.

Madam Teyze öldüğünden beri -inanmazsınız onca yıl geçti üzerinden- alıştırdığı kediler yeni nesiller bıraktı kapının önüne. Okulun karşısındaki dar sokakta beklerler gelemeyecek Madam’ı.

Bazen düşünüyorum, neden bu semti bu kadar çok seviyorum diye. Eşsiz manzarası, ulaşım kolaylığı, rakısı balığı değil tek sebep. Bizi biz yapan, bir arada yaşayabilmenin, farklılıklara saygıyla yaklaşabilmenin güzelliğiydi. Nerelisin sorusuna, Samatyalı’yım demem bundandı. Samatya başkaydı. Samatya’yı başka yapan farklıların uyumuydu. Son bir aydır art arda duyduğum, duyduğumuz haberler tüm Samatya’yı derinden üzdü. Kime sorsam yanıt bulamıyorum, herkes kederli. Komşularını koruyamamanın acısını yaşıyor Samatya. “Bu işin içinde bir oyun var, Samatyalılığın ne olduğu bilen yapmaz böyle şey!” diyor balıkçı tezgâhındaki ağabey. “Çoluk çocuğu kandırıyorlar,” diye ekliyor diğeri… “Yıllardır duymadığımız şeyler, yine birileri oyun peşinde; semtimizden, Samatya’mızdan uzak dursunlar,” diyor kalabalıktan biri.

Sizi koruyamadığımız için çok üzgünüz tata’larım. Hangi üzüntü bu acıyı hafifletir bilemiyorum. Ancak geride kalanlar bilsin ki bu acı hepimizindir…

, ,
Share
Share