Ne denmelidir, bilemiyorum…

Ne denmelidir, bilemiyorum…

Kerem Görkem
28 Mayıs 2014

… Şiirle başlayıp şiirle bitecek bu yazı. Şiire yakışacak, onu biliyorum. Başı “acıyor” olacak, sonu “rahmet”. Ruhlarındaki kin gözlerinden okunan devletlileri karşısına alacak, güzel gülüşlü oğlan çocuklarının kabrine dokunacak. Kabir. Çocuk. Sahiden, bilemiyorum.

Ali’yi vurdular.

Caddede yürürken karşıdan gelen birinin yüzüstü yere kapaklanışına tanık olur gibi –o an göğsünden bir şeyler düşer ya yere– seyrettik öylece. Adsız destanyazıcılar çıktı, yapmadım dedi, vurmadım, başkasıydı. Nasıl bir kaldırımtaşı günahsız görürse kendini, öyle. Oysa tanıklıkları olurdu kaldırımtaşlarının, ve destanyazıcıların. Acıyı bilirler, öfkeyi, gözyaşını görürler, ama duymazlardı, ne yazık. Bir kaldırımın tepesine çıkıp tepinsen, ulan desen, ne diye yaptın? Yapmadım derdi. Demiştir. Kaldırımtaşıdır çünkü, destanyazıcıdır yahut, yapılmış –yaratılmıştır. Bir çocuk ölse yüreği yanmaz, olsa olsa kanlı ekmeğinden bir lokma daha koparır.

Ali’yi vuruyorlar.

Boktan şeyler planlanmamış zamanlarda olur ya hep, birden gelir ya, bitmez de, devam eder. Sözgelimi yağmurda ıslanmış yavru bir kedi aniden çıkar karşına Maçka Parkı’nda. Titrer. Veyahut bir kuş, tek nefeslik vakitte düşer gökten yere. Bir kanadı hareketsiz, diğerinin zaten üzerinde yatar. Bakarsın. Geçmesini bekler, geçmiyorsa sen geçip gidersin. Korkaksındır çünkü. Köpek gibi korkarsın işte, titreyen bir kedinin gözlerine bakmaktan, ölü bir kuşun kanadını okşamaktan köpek gibi korkarsın! Acı kokar o zaman, acıdığını zannedersin. Toprağın kokusunu yağmura yormak nasıl bir alıklıksa; acıyı, acıma sanmak da öyledir, daha beterdir hatta.

Ve fakat güzel gülüşlü çocukların ölümü benzemez hiçbir şeye. Ağlanır, söylenir, yazılır ancak. Ağlanmıştır, söylenmiştir, yazılmıştır da: Üç harf, iki hece.

“Seni vuran eller elbet kırılır oğul.”

 

,
Share
Share