London calling, London calling!

London calling, London calling!

SEVİN OKYAY
Zamanlı Zamansız - 31 Mayıs 2015

Bu İngiltere gezisi ve Londra’daki iki gün yemin ediyorum bana ilaç gibi geldi. Ne iyi etmişim de gitmişim.

İşte böyle! Kırk yılda bir yurt dışına çıkan insana bir haftada dört şehre gitme fırsatı sağlarsan buldumcuk olur. Ben de öyle oldum.

Önce Chester’a, Barış’a gitmiştim. O beni Edinburg ve Liverpool’a da götürdü. Son iki günü de sevgili Londra’ma ayırmıştım. Trene bindim gittim (ki bu başarıyla iftihar ediyorum), Vedide akşam geç saatte beni Euston İstasyonu’ndan alıp eve götürdü. Yolda da bana iki sürprizi olduğunu söyledi. İlki, kedileri varmış (tanıştık, adı Nox, başına buyruk bir şey), ikincisini de evde görecekmişim. Ne vakittir bir türlü buluşamadığım Sevinç’miş meğer. O da eski arkadaşı Vedide’de kalıyormuş. Acayip sevindim.

İlk gün, öğle sıralarında Vedide beni Foleys’e bıraktı. Beş katlı bir kitapçı. Ama bu, orayı anlatmaya yetmiyor. Vedide her türlü bilgiyi edindi. Şöyle bir etrafa baktım. Yeni kitapları biraz kurcaladım, birkaç tanesini de aldım. İçeri girdiğim anda, parasal durumumun sarsılacağını anlamıştım. Neyse ki, kart kabul ediyorlarmış (!). Güzel bir de mağaza torbası edindim. Hiçbirinin bedava olmadığını da belirteyim. Doğrusu bir torbaya bu kadar para vereceğim aklımın ucundan geçmezdi.

Neyse, kitaplarımla yukarı, kafeye çıktım, öğlene kadar İngilizce kursuna giden Sevinç’i beklemeye koyuldum. O geldikten sonra da, iyice azdım. “Hadi, aşağı inip bütün katları tek tek dolaşalım,” diye tutturdum. O da istiyordu. Merdivenler makul merdivenlerdi, yola koyulduk. Bu arada, kafe de gayet iyiydi. İlk önce, “Crime Fiction” başlıklı polisiyede park ettik. Hey Allah’ım! Andrea Camilleri’nin bende olmayan bir Müfettiş Montalbano kitabını bulmaz mıyım? Game of Mirrors’ı (2011) gene Stephen Sartarelli çevirmiş tabii. Öyle koyu bir Sicilya aksanı varmış ki üstadın, İtalyanlar bile anlamakta güçlük çekiyor derler. Sartarelli de çok iyi bir çevirmen. Geride beş kitap daha var ama (sonuncuyu bu yıl yazmış), henüz İngilizce’ye çevrilmemiş. Heyecanla bekliyoruz. Hemen bir kenara ayırdım. Vedide ile Sevinç de bir hafta kadar sonra İstanbul’a geliyordu. Üstelik, “Fazla gelenleri bırak, biz getiririz,” deyip beni şımartmazlar mı? Derken bir de baktım, az satıyor diye burada artık kitapları basılmayan Donna Leon, gözbebeğimiz Commissario Brunetti’nin maceralarına iki tane daha eklemiş. Hemen The Jewels of Paradise ile By Its Cover’ı da torbaya attım. Hemen okumak istediğim için de yanımda getirdim. Sonra Elizabeth George ile kahramanı Lord Thomas Lynley gözümü şenlendirdi.

Neyse, sonu gelmez tabii. Ha, belki bu polisiye merakını da merak eden çıkar. Efendim on dört yıl kadar oldu, NTV Radyo’da “Cinayet Masası” diye bir polisiye program yapıyorum. Polisiyeyi de hep sevmişimdir. Ama elbette başka kitaplar da aldım. BFI’nin önünde elden düşme kitaplar satıyorlardı. Hem de eski Penguin’ler, kim dayanır? Ben değil… Tam gidiyorken, gözüme bir Elmore Leonard çarptı. İlerideki iri kıyım bir bey el edip beni yanına çağırdı, meğer o satıyormuş. Ne kadar olduğunu sordum, “3,50 pounds, luv’,”[1] dedi. Samimiyet başka şey.

Bu da ikinci gün macerasının bir kısmı. Ne zaman sokaklarda dolaşacağımı merak ediyorsanız, arada derede. Ama Soho’ya gittim mesela, İskoçya’dan henüz dönmüş pratik zekadan yoksun biri olarak, kardeşime oradan bir İskoç viskisi aldım. Vedide beni Soho Parkı’na da götürdü, oturup dinleneyim diye. Tevekkelli ben de, “Ne ilginç insanlar, ne tuhaf dükkânlar var,” diye pek sevmiştim oraları. Meğer Soho’ymuş. Aslında az sokak dolaşmamın nedeni, dizlerimin naneliği, bir de çabuk yorulmam. Ama otobüsle epeyce oradan oraya gittik. Hatta en sonunda tube’a bile bindim.

Ama kalbimi Foleys kadar, hatta daha fazla çarptıran yer, ikinci günün starı BFI’dı, yani British Film Institute. Kıymetli Sight and Sound dergimin çıktığı yer. Dört salon (biletli), bir video salonu (burası bedava), bir kütüphane, bir kafe, bir restoran, bir de kartımızı da silkeleyen mağaza: Kitaplar ve DVD’ler. Öf yani! İki kere girip çıkıp, ikincisinde iyice perişan olunca, bana yardımcı olan kıza, “Tamam!” dedim. “Burada olmak çok hoş, ama bir daha gelirsem lütfen beni kovala.” Kafede bekliyordum ki, Sevinç çıkageldi. Benim “arkadaşımı bekliyorum,” dememden bezmiş olan garsonum çok sevindi. Meğer Sevinç de acıkıp yolda sandviç yememiş mi? Neyse çay falan içip arayı düzelttik. Ben zaten yan masadaki çocuğun çizburgerindeki patates bolluğuna tav olup bir tane de kendime söylemiştim.

Sonra Sevinç mağazaya girdi, ben sözünün eri bir eleman olarak onu dışarıda bekledim. Sevinç geldi, kızın söylediği bir şeyi anlamamış. Gittim, elemana, “Bak, kendim için gelmedim,” dedim. O sırada ne göreyim, iftiharla aldığım Heimat meğer üç box’lık bir takımın ikincisiymiş. Birinci de yok. Arkadaşına yardım eden biri olarak bu hatayı da düzeltmiş oldum neyse ki. Yerine (üstüne bir servet ödeyerek) Werner Herzog’un bütün filmlerini içeren box’ı aldım. Ağzım kulaklarımda, bir süre onu seyrettim. Daha önce de Satyajit Ray’ın Apu Üçlemesi ile Eric Rohmer’in Mevsimler Dörtlemesi’ni almıştım. Hiçbirini hatırlamasınız da, mesele yok. Bu sinema meraklılarının ne alacağı belli olmaz.

İnsanın “Kartla öderim,” demesinin de bir haddi oluyor tabii. Gözyaşları içinde dışarı çıktım. Vedide bizi Tate Modern’a yolladı. Okulla gelmiş çocukları ve taşlara serilmiş genç âşıkları pek beğendik. İçerisi harikaydı, ama ne yazık ki geç kalıyorduk. Dükkâna dalıp torba aldım. (Evet, gene!) Böylece üç günde ikinci Tate’imi de tavaf etmiş oldum. İlki, Tate Liverpool’du.

Belki de ne kadar mutlu olduğumu anlatamamışımdır. Bu İngiltere gezisi ve Londra’daki iki gün yemin ediyorum bana ilaç gibi geldi. Ne iyi etmişim de gitmişim. Ev sahiplerim Barış ve Vedide’ye buradan da sevgilerimi yolluyorum. Belki gene gideriz, kim bilir?

 

[1] “3,5 sterlin, tatlım.”

, , , ,
Share
Share