Kutsal anıların taşıyıcısı

Kutsal anıların taşıyıcısı

ECE İREM DİNÇ
Düş Kazanı - 23 Nisan 2015

Tutkularımı gün aydınına çıkarmanın yeri miydi bu kent?
Deliğin başına çöktüm ve tutkularımı,
birer birer perçemlerimden çıkarıp, mazgaldan aşağı attım.
Kentin lağımına karıştılar, “Oh! Bu kadar,” dedim.
Bu kadardı.

Sevgi Soysal, “Tutkulu Perçem”

 

Soğuk, isli, karmaşık bir kent sabahında, adeta önüme açılıvermiş bir sinema perdesi üzerinden Babil kentinin öyküsünü okuyorum şimdi.

Babil… İnsanların, masumiyetlerini, sonsuz yaşam arzularını ve dillerini yitirdikleri yer. İkinci günahın öyküsü. Doymaz tutkuların, sakınımsız isteklerin, bitimsiz hırsların ve kibrin memleketi Babil. Boyuna patlayan ışıkların altında, önümdeki puslu perde üzerinden birbiri ardına düşen resimler görüyorum. Uzaklardan, çok uzaklardan galiz fısıltılar yükseliyor. Yanık, yaralı bir ses hiç durmadan, ardı ardına ağlar gibi mırıldanıyor, “AMA BİZ YENİDEN GELMEYECEĞİZ… BİZ ARTIK GERİ GELMEYECEĞİZ… Çünkü erişilmesi imkânsız olanı istemekle büyük bir günah işledik. Bütün bir âlem olarak, asla daha azıyla yetinmeyeceğimize dair yemin etmiştik.”

Boğazın hırçın suyu rüzgârın şiddetiyle dalgalanıp yükselirken, ben ise olduğum yerde ağırlıksız, buruk ve bitkin bir ruh hali içinde bir başka kentin toprağına doğru usul usul düşüyorum. İstanbul’dan sıyrılan ayaklarım, beni bambaşka bir kentin öyküsüne sürüklüyor. Zaman duruyor burada. Zaman, yüksek, çok yüksek bir kulenin en üst katında oturmuş, gökteki yıldızlarla oynayan bir çocuk şimdi… Babil’deyim. Kentin girişindeki oymalı tabelada, Bab-ilû diye yazıyor. “Tanrı’nın Kapısı” demekmiş, bilmiyordum. Mezopotamya’nın kehribar, ipek, baharat, şarap ve aş kokusu tüm kenti çepeçevre sarmış. Sütbeyaz kristalden bahçeler içinde, akik mavisi sular süzülüyor. Hafif hafif esen rüzgârda kan ve çürük kokusu var. Etraftaki insanlar hayli sakin ve normal görünüyor fakat Tanrı’nın lanetine uğrayan tüm kentler gibi Babil de ağır ağır batıyor, gitgide daha derinlere gömülüyor kent. Ne ki, kimseler görmüyor bunu, fark etmiyor.

Taşlar, hendekler, kuleler, bahçeler yavaş yavaş kayıyor kentin ayakları altından. Siğim siğim bir yağmur yağıyor. Kent, içinde yaşayan insanların kibir ve açgözlülük tortularında karardıkça kararıyor, çamurlaşıyor ve tükeniyor. Acı ve pişmanlık, yok oluşun ağırlığıyla katmerleniyor. Ölmek zorunluluğunun ilenci insanların düşlerini yakıyor. Az sonra, kulenin en üst katında oturmuş, gökteki yıldızlarla oynayan çocuğu görüyorum. İsmini soruyorum, “Zaman,” diyor hüzünle gülümseyerek. “Kent,” diye mırıldanıyorum dehşetengiz bir sesle. “Yok oluyor… Neden?”

Avucunda biriktirdiği yıldızları usulca ceplerine doldurup, yüzüme bakıyor Zaman. Bakışlarında, bir tür yenilmişlik korkusu var sanki. Kısacık bir an için durup, hızla diplere çöken kenti seyrediyor. Kısacık, sonsuz bir düş ânı bu an. Gök, bütün ağırlığınca üzerimize abanıyor. Gürültüyle çekiliyor kanım. Parçalanmış bir duvarın dibine çöküp, Zaman’ın vereceği yanıtı beklemeye başlıyorum. Arka arkaya düğümlenen yolların arasından sıyrılıp, yanıma geliyor. Gözleri gözlerimde, anlatmaya başlıyor.

“Başlangıçta, yeryüzündeki bütün insanlar aynı dili konuşur, aynı sözleri kullanırlardı. Günün birinde Doğu’ya göçerken, Şinar bölgesinde bir ova bulup, oraya yerleşmeye karar verdiler. Birbirlerine, ‘Gelin, tuğla yapıp iyice pişirelim,’ diye seslendiler. Taş yerine tuğla, harç yerine zift… Sonra, ‘Kendimize bir kent kuralım,’ dediler. ‘Bu, öyle bir kent olsun ki, Tanrı bile gökteki evinden utansın. İçinde öyle bir kulesi olsun ki, bitiş yeri Tanrı’nın göz uçları kadar yukarılarda olsun.’ Bu sözler üzerine Tanrı, yarattığı insanların elinden çıkan bu muhteşem kenti görmek için yeryüzüne indi ve şöyle dedi; ‘Tek bir halk olup, aynı dili konuşarak böyle bir kent yapmayı başardıklarına göre, bundan böyle düşündükleri her şeyi gerçekleştirecek ve hiçbir engel tanımayacaklardır.’ Ve Tanrı, meleklerine seslendi; ‘Yeryüzüne inin! İnsanoğlunun dillerini karıştıralım ki, bir daha asla birbirilerinin ne dediklerini anlayamasınlar.’ Böylece Tanrı, evvela Babil kentini yerle yeksan etme kararı aldı. Kent derinlere gömüldüğü vakit, tüm insanlar da yeryüzünün dört bir yanına dağılacak ve bir daha asla aynı dili konuşamayacaklar.”

Yüküm ağırlığınca dinlediğim bu öyküden bir parça korkuyorum galiba. Tedirgin, ürkek; Zaman’ın gözlerindeki hüzne bakıyorum. Kent bütünüyle yerin altına inmeden çekip gitmeliyim buradan, diye düşünüyorum. Babil’in bitimsiz boşluğunda kaybolup gitmekten çekiniyorum belki. Uykuyla uyanıklık, görünürle görünmez, hayalle gerçek arası bir sinema perdesi üzerinden gerisingeri yürümeye başlıyorum. Geride, kentin bütün nehirleri donuyor, tüm kuleler alev alev yanıyor. Haykırışlar, çığlıklar, yalvarmalar… Her yanda leyli bir lanetin sesi yankılanıyor.

Soğuk, isli, karmaşık kent sabahıma geri dönerken, yolda huysuz, ihtiyar bir adama rastlıyorum. Elinde bir defter, hiç durmadan bir şeyler karalıyor. Ne yazdığını merak ediyorum. Usulca yanına sokulup, defterin sayfalarında neler yazdığını okumaya çalışıyorum. Beni fark edince öfkeyle fırlatıyor elindeki kalemi. Kim olduğumu bile sormadan, “Nereden geliyorsun sen?” diye bağırıyor. “Babil’den,” diye fısıldıyorum. Uzun, kemikli parmaklarını hınçla sallayarak konuşmaya başlıyor ihtiyar. Damarlı elinin öfke dolu çırpınışları, havayı bölüp geçiyor adeta. “Babil,” diye haykırıyor ardı ardına, “Babil… Babil… Masumiyetin ve insanlığın yer altına gömüldüğü kent. İsimlerdeki kargaşayı yaratan zavallı insanlar topluluğu. Lanet olsun o büyük günaha!”

“Belki de insanların ayrı ayrı diller konuşması iyi bir şeydir özünde, kim bilir,” diyorum çekingen ve yorgun.

Bir anda değişiyor ihtiyarın yüzü. Sert, keskin bir fırtına devrisinde durulan bir denize benziyor şimdi bakışları. Omuzlarını kısıp, öfke bayrağını usulca aşağılara çekiyor ve, “Belki de,” diyor umutsuzca. “Belki de sahiden iyi bir şeydir, Hanımefendi. Aslında insanın daha başka dilleri de olmalı bence. Biri annesi için kullandığı dil olmalı mesela, sonradan bir daha asla konuşamadığı dil. Yalnızca okuduğu ama yazmaya asla cesaret edemediği bir başka dil olmalı ya da. Dua ettiği ve tek kelimesini bile anlamadığı bir dil… Ve tüm aşk mektupları için ayrı bir dil olmalı bence. Sadece mektubu gönderenin ve mektubun asıl sahibinin anlayacağı bir dil.” [1]

İhtiyarın yanından ayrılmadan önce son bir kez daha dönüp, yüzüne bakıyorum. Beni görmüyor bile, kendi kendine hiç durmadan tekrarlıyor; “Babil… Babil… Tüm büyük günahların ve tüm kutsal anıların taşıyıcısı… İnsan olmanın en gerçek hâli…”

[1] Elias Canetti’nin İnsanın Taşrası isimli kitabından. (Türkçesi: Ahmet Cemal, Sel Yayınları)

, , , , , , , , ,
Share
Share