Kebikeç hizmetinizde!

Kebikeç hizmetinizde!

AHMET BÜKE
22 Eylül 2013

Geceyi seviyorum.

“Deliler ışığı, kaçıklar karanlığı sever,” der dedem hep.

Bu hayatta bazı şeylerin bir gerçek, bir de dedemin onlara verdiği anlamları var. Ona göre, delilik doğuştan gelir. Allah verir yani. Kaçıklar ise kul yapımıdır. Hayatın delirttiklerine “kaçık” denir.

Kaçıkları ve karanlığı kim sevmez ki? Şehrin ve insanın fazlalığını alıyorlar gerçekten.

Karanlıkta eve gittim yine. Dedem bu defa uyumamış. Terasta gecenin Körfez’ine bakıp çay içiyordu.

Sedire, yanına oturdum

“Bedo,” dedi. “Teke gibi kokuyorsun be oğlum.”

“Üç gündür su görmedim,” dedim gülerek.

O da gülümsedi.

“Hayat bazen çıldırır işte. Şehirler de ona uyar. Bir de böyle zamanlar orada burada kimsenin dikkatini çekmeyen kaçıklar beliriverir. Aslında sayıları artmaz da görünür olurlar, diyelim.”

“Dede, sen beni mi kastediyorsun?”

Yüzüme şöyle bir baktı.

“Güzel mi kaçık olmak?”

“Bilmem,” dedim. “Sen de deneyebilirsin.”

Çayın bardakta kalanını, eski kovada gerinerek büyümüş aslanağzının dibine döktü.

“Benden geçti, demeyeceğim. Ama arada içim kaynamıyor değil hani.”

Ellerimi başımın altında birleştirdim. Yıldızlar bu gece de harikaydı.

“Çok garip. Hepimiz sapır sapır âşık olacağız şimdi,” diye içimden geçiriyordum. “Ama kimsenin umurunda bile değil bu,” dedim.

“Bence normal,” dedi dedem. “Şimdilik aşktan daha güçlü bir duygunun sırtındasınız. Hatta o ‘şey’ bile gelmez insanın aklına, değil mi!”

Dedemin tonlamasındaki değişimi fark ettim tabii. İzninizle içimden “Tilki seni!” demek istiyorum. Aklı sıra ağzımı arayacak. Annemin yokluğunu kapatmak mı istiyor, nedir?

Ses etmeden kalkıp odama doğru yürüdüm.

Annemin kapısı –olağan olanı buydu– kapalıydı. Ne zaman cesaret edip girecektim bir daha acaba. Kulağımı dayayıp dinledim içerisini. Gece kadar güzeldi sızan sessizlik.

O sırada cep telefonuma bir mesaj düştü: “Sayın Kebikeç, Kitap Forumu’nda size özel bir ileti var!”

Odama, bilgisayarıma yürüdüm.

İsyanın böyle bir sonucu oldu burada. Her nanenin forumu kuruldu. Üç kişi bir araya gelip canı ne yapmak istiyorsa onu yapıyor. Sanki aniden yalnız olmak yasaklandı. Geçende, mahallede Kısır Forumu bile topladı teyzeler. Bulgurun cinsi konusunda biraz maraza çıkmış ama, olacak o kadar.

Galiba, neredeyse yüz kadarına katıldım. Her akşam hangisine canım isterse orada oluyordum. Ama en son bu Kitap Forumu’na demir attım.

Buradaki yeni meselemiz: “Acil Kitap Hattı”

Kitapsız kalıp darlananlar, ter dökenler için bilgisayar manyaklarından birisi bir uygulama yazdı. Forumun web sayfasına mesaj bırakıyorsunuz. Otomatik olarak mesaj bırakanın mail adresi ve IP’ler kontrol ediliyor; bir “kırmızı urbalı” durumu yoksa, forumun kitap zulalarını tutan ve ihtiyaç sahiplerine ulaştıran taşıyıcılara (Kebikeç, deniyor onlara, yani kitap koruyan cinler) kitap isteyenin buluşma adresini içeren mesaj ulaşıyor. Sonra gidip teslim etmek kalıyor geriye.

Bu saatte gelen isteğe genelde gidilmez. Yani sıtma nöbetine tutulmuş da nöbetçi eczane arar gibi kitabın peşine düşmüş birisi ne kadar tekindir ki?

Ama ben geceyi seviyorum işte. Üstelik “anne sonrası” uykusuzluk cumhuriyetine kaydını yaptırmış birisi olarak, tin tin sokaklarda olmak iyi geliyor bana.

Siteye girip adresi kontrol ettim: Susuz Dede Parkı’nı gösteriyor haritadaki mavi ışıklı nokta.

Oy oy, Susuz Dede’nin gece karartıları!

Yatağı kaldırdım. Forumun bana emanet edilen kitaplarından birini seçtim.

Yol boyunca Mahmud Derviş’in şiirini dinledim kulaklığımla.

Ben Yusuf’um babacığım

Ey babacığım, kardeşlerim beni sevmiyorlar

Aralarında beni istemiyorlar ey babacığım!

Bana saldırıyorlar,

Bana taş ve laf atıyorlar…

Devlet Tiyatrosu’nun duvarına graffiti yapan çocukları gördüm uzaktan. Kocaman bir samanyolunu boyuyorlardı. Aniden önlerinde beyaz bir minibüs durdu. İçinden çıkan adamlar havaya ateş açtılar. Elamanlar anında bahçe duvarını aşıp toz oldular.

Çocukları kovalayan adamlardan birisi telefonuyla konuştu, yerde kalmış boya kutusunu tekmeledi. Yanlarından geçerken kalbim yerinden çıkacak gibiydi.

“Pardon bakar mısınız?”

Oha!

“Buyrun,” dedim.

“Az önce buradaki kanunsuzların nereye kaçtıklarını gördünüz mü?”

“Maalesef dikkatimi çekmediler.”

Kibarlıktan kırılacağız karşılıklı.

“Tamam. Çok özür dilerim, rahatsız ettik. Ama onlara bir şekilde rastlarsanız, Sorumlu Vatandaş Hattı’nı arar mısınız?”

“Elbette, ne demek!”

“Âlâ o zaman.”

Her şey nasıl da garipleşti. Bir yanda sömürgeci Teksas kibarlığı, öte yanda uyumayan, durmadan için için kaynayanlar…

Susuz Dede Parkı’nın girişinde, yanında kara köpeğiyle bir adam karşıladı beni. Karanlığın içinde heykel gibi duruyorlardı. Tam girişteydiler ve yolumu tıkıyorlardı.

“O sen misin,” dedi.

“Kim?”

“Kebikeç işte.”

Adam hâlâ karanlık tarafta duruyordu. Yerde, başını ayakların üzerine koymuş, kaşının üzerinden beni süzen köpek ise sokak lambasının çizgi çizgi ışığı altındaydı.

Kullanıcı ismini sordum. Bir yandan da yan gözle kaçabileceğim ara sokakları taradım.

Söylediği isim tutuyordu.

Sırt çantamdan kitabı çıkardım. Ona uzatmadan önce “Yanında getirdiğini ver önce,” dedim.

“Neyi?”

“Kitabı?”

“Ne kitabıymış bu?”

“Forum sayfasındaki kılavuzu okumadın mı? Kitap deposundan yararlanmak istiyorsan karşılığında sen de kitap vereceksin. Bire bir.”

“Bire bir!”

İyice huzursuzlanmıştım. Ama yapacak bir şey de yoktu. Adam ve kara köpeği uğursuz bir dağ gibi önümdeydiler.

“Kitap getirmedim. Çünkü ona ihtiyacı olan ben değilim.”

“Kim o zaman?”

“Köpeğim… Her gece ona kitap okumazsam uyumuyor ve ortalığı ayağa kaldırıyor. Geçen hafta evden kovulduk. Tek parça eşyamı alamadım. Kitaplar da orada kaldı. Ne yapabilirim şimdi?”

Ellerini iki yana açmış bunları anlatıyordu.

Dedem ve kaçıklar hakkında anlattıkları bir film şeridi gibi gözümün önünden geçiyordu.

“Ama kurallar böyle: Bire bir.”

“Bire bir!”

“Evet. Üzgünüm.”

“Şu anda köpeğim çok huzursuz ve beni ısırma huyu hiç yok. Yani şimdiye kadar bunu yapmadı. Bundan sonra da yapacağını sanmıyorum.”

“Diyorsun…”

Yutkunmuştum.

“Kesinlikle.”

“Peki, ne yapabiliriz bu konuda.”

“Eğer kitabı bırakamıyorsan, ona birkaç sayfa oku. Uykusu gelene kadar yani.”

“Burada mı?”

“Evet. Söyledim ya, evim yok artık.”

Allah’ım, beni neyle sınıyordun acaba?

Bir banka oturduk. Ben ve köpek. Adam yanı başımızda ve ayaktaydı. Hâlâ yüzünü görememiştim.

“Onun ismini öğrenebilir miyim? Madem kitap okuyacağım biraz tanısam iyi olur.”

“Bundan pek hoşlanacağını sanmam.”

Köpek başını kaldırıp bana baktı. Nefesi yüzümü yaladı. Küçük bir ayı kadar vardı neredeyse.

“Peki,” dedim.

Getirdiğim kitabın ilk sayfasını açtım. Tam okumaya başlayacaktım ki, adam yine söze girdi.

“Kitabın adını ve yazarını söylemeyecek misin? O bir kitap kurdu, anlasana.”

Köpek yeniden başını çevirip baktı bana.

“Kitap Yürüyen Kentler serisinin ilk cildi. Philip Reeve, yazarı.”

Durdum ve adama baktım.

“Ona bunun bir bilimkurgu kitabı olduğunu söylemeli miyim? Yani türü konusunda da bilgi ister mi?”

“Reeve’nin ‘Buster Bayliss’ serisini okumuştum ona daha önce.”

“Yani İngilizce de dinliyor, öyle mi?”

Adam yine iki elini çaresizce iki yana açtı.

“Uyumak bilmiyor ve huysuz. Ben ne yapabilirim!”

Pire torbası canavar kırkınca sayfaya kadar uyumadı.

Gitmek için kalktığımda, adama fısıldadım.

“Kitabın devamını ister mi yarın?”

“Kesinlikle!”

Oldu canım! Bok gelirim bir daha bu parka.

Eve yine koşarak gittim.

Bu galiba benim kaderim olmuştu.
15.08.13

 

 

, , , , ,
Share
Share