Kaygıyı “öldürmeden” önce

Kaygıyı “öldürmeden” önce

Mehmet Erkurt
30 Mayıs 2015

Bazen biraz durup, dağılan duyguları toplamak iyidir. Bunun için de araştırmalar, incelemeler, teorik okumalar sağlam yoldaşlardır. Kapılıp gittiğimiz öyküler içinde kaybolmamamız için kullanışlı araçlardır.

İçinde bulunduğumuz bin yıl “kaygı çağı” olarak adlandırılıyor. Ona atfedilecek pek çok isimden ve özellikten biri de bu olsa gerek. Onu anlayıp da adlandırabildiğimiz kadarıyla, elbette.

Kulağa saçma ya da abartılı gelmiyor aslında bu tanım. Daha dün denecek kadar yakın bir zamanda, iki devasa savaşı, öncülleri ve artçıllarıyle birlikte, “kâğıt üstünde” geride bıraktık. Kimimiz bizzat yaşadı, kimimiz öyküler (ve hatta anlatılmayanlar) yoluyla kendisine miras kalan travmaları hayatının farklı sandıklarına gömdü. Değişik coğrafyalardan, paranoyası katmerli, tatmini sorunlu, uykusu bozuk, rüyaları delişmen, denetim ihtiyacı doyumsuz bizler olduk sonunda… Bizler, yani halklar, “insancıklar”, yönetilenler… Şimdi de aynı çıkar savaşlarını masa başından, kablosuz bağlantılarıyla, güvenli hatlarıyla ve farklı ölçeklerde yürüten efendilerin “nesnesi” olarak yaşamayı sürdürüyoruz.

Ne çok şeyi anlamak istiyoruz, ancak, bunca iletişim ağına karşın, dahil edildiğimiz savaşların, hayatlarımıza yöneltilen müdahalelerin gerçek “nedenleri” üzerine elde ettiğimiz veriler çok yetersiz. Anlam bütünlüğündeki boşlukları, duygu, hayal ve beklentilerimiz dolduruyor. Ama onlar da sistemsizler. Ne çok şeyi bilmek ve kontrol etmek istiyoruz, ama yetki ve dönüştürüm sahamız, istediğimizden çok daha dar. Nesnesini belirleyemediğimiz korkular, dayanağını kestiremediğimiz endişelerle çepeçevre, yürüyoruz 2000’leri. Kötü mü bu? Zor, ama “kötü” diye kesip atmak zorunda değil. Her şeyle başa çıkabiliriz.

Elbette bu bir “kaygı giderim” yazısı değil. Öte yandan, amaç, kimseye “kaygı yüklemek” de değil. Sadece, “kaygı çağı” dedikleri şu bin yılı yaşarken, konuyu daha iyi anlamak için okuyabileceklerimizin üzerine biraz birlikte, hatta Slovenyalı filozof ve sosyolog Renata Salecl’in yardımıyla düşünmek.

Geçtiğimiz yazılardan birinde Renata Salecl’den söz etmiştik. İlk olarak 2010’da, Bilgi Üniversitesi’nin düzenlediği WALTIC Uluslararası Yazarlar ve Çevirmenleri Kongresi’nde dinlediğimiz Salecl’e, beş yıl sonra, mayısın başında, yedincisi düzenlenen İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali’nde tekrar kulak verme şansımız oldu. Bu kez Sema Kaygusuz’la, travma ve trajedi sonrası suskunluğun, kendini gizlemenin, “söz etmeme”nin üzerine konuşmuş, çok sağlam bir ortak pistte buluşmuşlardı. İçinde yaşadığımız çağın kinetik enerjisi yüksek dinamikleri bağlamında, ortak trajedilerden söz edebilme yetimiz (ya da yeteneksizliğimiz) ve bir sonuca / yargıya varma hızımızın bizi duygusal olarak nerelere getirdiği üzerine sorularla ayrılmıştık oradan.

Gerçekten de, bugünlerde aramızda konuştuğumuz ve ayırdına vardığımız konulardan biri bu: Çağımızın hızı ve acelesi içinde, duygumuzu, yargımızı aynı ivedilikle ifade etme önceliğinin bizde yarattığı boşluklar, yanılgılar, gerginlikler ve kaygılar.

Çok fazla içeriğe maruz kalıyoruz. Çevremizde olan bitene ilişkin haberler, bu haberlere ilişkin değerlendirmeler, değerlendirmelere ilişkin tepkilerimiz, bu tepkilerin duyulmasına yönelik ihtiyacımız, tatmin ve hüsrana bağlı iniş çıkışlarımız, tutunacak zemin arayışımız ve bunları, hepsini ama hepsini, “bir an önce düzene sokmamızı” bizden talep eden çılgın çağımız. Biyolojimize aykırı bir hızla hem de. Alıştığımız anlamda evrimin temposuna aykırı bir aceleyle…

Renata Salecl’in Kaygı Üzerine adlı kitabı burada devreye giriyor. Salecl, içinde yaşadığımız çağın bazı temel kaygı türlerini ele alırken, kaygıya olan bakışımızı da sorguluyor. Bireyler, nereden kaynaklandığı belli olmayan bu endişe ve korku halini ne şekilde yaşıyor ve bu kaygı durumlarını nasıl adlandırıyor? Tıp, sosyal bilimler, sağlık endüstrisi kaygıyı ne şekilde tanımlayıp, ona nasıl yaklaşıyor? Kaygı bizi yoruyor, evet, ama gerçekten düşmanımız mı? Yoksa mesele, bizim onunla nasıl yaşayacağımızı bilemememizde mi?

Hemen söyleyelim ki, Salecl’in bu çalışması bir cevaplar kitabı değil. Bu kitap, etraflı bir inceleme. O yüzden de, çok daha anlamlı ve etkili. Salecl, alanı el verdiğince “kaygı”nın özüne iniyor, yani psikanalitik tanımlarına. Psikanaliz üzerine ön okuma yapmamış okurlar, bazı sayfalarda ve satırlarda yavaşlasalar ya da soru işareti koyup yollarına devam etseler de, bazı hisleri anlamaya, derleyip toparlamaya vakit ayırmanın pratik yararını görünce, o duraksamalar ve soru işaretleri, yeni okumalar için birer heves kaynağına dönüşüyor.

Edebiyat için de değerlidir böyle okumalar. Kurmaca eserler, anlattıkları öyküler yoluyla yeni duyguları, yeni heyecanları harekete geçirirken, bireyin salt yaşamsal deneyiminin bir başına gösteremeyeceği yollar da açarlar. Bu doğru. Ama yollar arttıkça, hayatta algıladığımız seçenekler de artar. Duyguların çeşitliliği arttıkça, kapılıp gittiğimiz ruh halleri de çeşitlenir. Özendiğimiz ya da kaçtığımız biçimler, bakışlar, örnekler arttıkça, onlara geliştirdiğimiz tepkiler de artar. Bu “aşırı” iletişim çağının bizi zorunlu kıldığı “aşırı yüklenme” haline, bazen edebiyat da kendi içeriklerini ve yansımalarını katar.

O yüzden, bazen biraz durup, dağılan duyguları toplamak iyidir. Bunun için de araştırmalar, incelemeler, teorik okumalar sağlam yoldaşlardır. Kapılıp gittiğimiz öyküler içinde kaybolmamamız için kullanışlı araçlardır. Hele de kuralları tavsamış, prensipleri delik deşik olmuş, adaleti sarsılmış bir sistemin içinde yaşıyorsak, bazen sadece öyküleri okuyup dinlemek değil, onların bizde “neye” yol açtığını anlamak da yararlıdır.

Madem kaygı çağında yaşıyoruz, madem tanımsız “kaygılar” bizi yoruyor, o zaman inatlaşalım ve şu kaygı üzerine düşünelim. Salecl’in vurguladığı gibi, sistem ondan “kurtulmamızı” yani onu “öldürmemizi” söylüyor. Ama bizler kaygı gibi bir savunmayı, aslında son derece değerli bir kalkanı hepten kaldırmaya hazır mıyız? Onun bize sağladığı güvenliğe tümden veda etmek, yaşadığımız siyasi ve toplumsal koşulları düşününce, biraz akılsızca olmaz mı?

Belki de bu anlamda, edebiyatın yanında felsefenin, kavramsal okumaların ve toparlayıcı teorik metinlerin eşliğine her zamankinden çok ihtiyacımız var.

Ne dersiniz?

 

, , , , , , , , , ,
Share
Share