İki topaz göz

İki topaz göz

Laurelin
20 Mart 2013

Bu hikâye, ne sahile vurmuş bir şişenin içinden çıktı, ne de örümcek ağları bağlamış tavan arasındaki eski bir sandıktan… Ben çok küçükken, bütün gün deniz kenarında balık tutan yaşlı bir adam vardı. Onu tanıyan herkesin tuhaf bir inançla, sorgulamadan dinlediği bu hikâye, hiç unutulmasın diye burada yerini aldı.

“Ah, nereden başlasam bilmem ki… Gençken denizcilik yaptığımı anlatmış mıydım? Bir o gemide, bir bu gemide ülke ülke dolaştım.

Hiç unutmam; yirmi beş yaşlarında var ya da yokum. Danaburnu ismiyle nam salmış çok eski bir yük gemisi vardı. Hani öyle pek tekin bir gemi de değildi ya, iş bu, ne yapalım? Paraya sıkıştığım bir dönemde, bu geminin güvertesinde iş buldum. Ne taşıdıklarını da, nereye taşıdıklarını da bilmiyordum.

Geminin yola çıkmasının üzerinden bir hafta geçmişti ki, bir gün geminin hangarının önünden geçerken kapıyı aralık buldum. Pek meraklı bir tip değildim evvelden beri, ama kapının eşiğine kadar sızmış kanı görünce, beni de şeytan dürttü elbette.

Kafamı içeri uzattığımda, ne gördüm dersiniz… Üst üste yığılmış, hangarı boydan boya dolduracak kadar fazla, ama sayamayacağınız kadar çok deriydi. Ne derisi olduğunu anlamak da zor değildi… Birer kara deliğe dönüşmüş yüzlerce göz boşluğu sanki üzerime dikilmişti.

O manzara karşısında nevrim döndü. Kaptanın kamarasına fırladım, bağırdım, çağırdım ama dinleyen kim! Benimle epey eğlendikten sonra, hangarın kapısına bir bekçi dikip, oraya yaklaşmamı yasakladılar.

Birkaç gün böyle geçti, işimi yaptım o kadar, kimseyle tek laf etmedim. Okyanusun ortasında olmasak ya da bu katliama ses çıkaran bir tek ben olmasam, öyle sus pus kalır mıydım hiç?

Bir gece, gemi rüzgârda şiddetle savrulurken, yattığım hamaktan fırlayıp güverteye çıktım. Dışarıda kulakları sağır eden bir uğultu… Yıpranmış yelkenler direklerde birer paçavra gibi sallanıyordu. Geminin, yaşlı olmasına rağmen çok daha beter fırtınalara kafa tutmuş güçlü omurgası korkutucu bir sesle çatırdıyordu. Hava karanlıktı, benim gibi güverteye fırlayan birkaç karaltıyı çok sonra fark ettim. Birinin dalgaların şiddetiyle savrulup, korkuluklara çarptığını ve can havliyle sıkı sıkıya demirlere sarıldığını gördüm. Ayakta bile zor durmama rağmen, yardım etmek için ona yöneldim.

Islak zeminde ayaklarım kayıyordu. Az ileride olmasına rağmen, adamın dehşet içinde bağırdığını ancak ağız hareketlerinden ve gözlerindeki ifadeden tahmin edebiliyordum, çünkü sesi bana azıcık da olsa gelmiyordu.

Gemi, önce baş kısmından sıkı bir dalga yiyip iskele tarafına doğru döndü. Ömrünüzde böyle korkunç manzara görmemişsinizdir. Dalgalar, kedinin fareyle oynadığı gibi oynuyordu koca gemiyle. Başın ardından, önden gelen ikinci bir darbenin şiddetiyle gemi yan yatmaya başladığında hissettiğim şaşkınlık, okyanusun karanlık sularına doğru geri geri kaydığımı fark ettiğimde hissettiğim dehşetin yanında hiç kalırdı.

Son bir umutla tutunacak herhangi bir şey aradım ama yuvarlanarak bana çarpan şarap varillerinin etkisiyle sırt üstü, korkuluklara büyük bir şiddetle yapıştım. Korkunun sağladığı adrenalinden mi, yoksa bedenimin buz kesmiş olmasından mı bilmiyorum, hiç acı hissetmedim. Aslında o hızla bir yerim kırılmadıysa şanslı sayılırdım.

Gemi cüssesinden beklenmedik bir hızla iskele tarafından suya dalmaya başladı. İnsan ölümle burun buruna geldiğinde, hayatının film şeridi gibi gözlerini önünden geçtiğini söylerler. Oysa aklımdan geçen film şeridinde geçmişten değil, gelecekten kareler vardı ve gemiyle birlikte dibe çekilmek, kurtulsam bile sonsuza kadar yüzemeyeceğim gerçeği, tutunacak bir şey bulsam bu sefer de açlık ve susuzlukla başa çıkamayacak olmamdan oluşan bu sahneler pek de iç açıcı değillerdi.

Buz gibi suya dalarken, işte aklımdan bunlar geçiyordu. Geminin yarısı hala su üstündeydi ama ona tutunmaya çalışmak bir yana, olabildiğince uzağına yüzmem gerektiğini biliyordum. Elbette bu da gereksiz bir çabaydı zira bedenime, attığım kulaçlar değil, dalgalar hükmediyordu.

O an onu gördüm… Okyanusun ortasına çakılmış mermerden bir heykel gibi hareketsiz, öylece bana bakıyordu. Yaşadığım şokun etkisiyle hayal gördüğümü düşündüm. Deniz çalkalanıyor, beni oradan oraya fırlatıyor, onun üstünden aşıyor ama o en ufak bir hareket belirtisi göstermiyordu.

Ay ışığında inci gibi parlayan kollarını suyun içinde hafifçe sallayarak bana yaklaştı. Yosun yeşili saçları, yüzünden ve sırtından aşağılara akıyor, okyanusa karışarak yok oluyordu. Güzelliğinin göz kamaştırıcılığına rağmen, içinde birer ateş yanan iki topaza benzeyen çepersiz gözleri beni dehşete düşürdü. O gözler ne kadar ürkütücüyse, bir o kadar da güzeldi.

Onun bir insan olduğunu düşünmedim elbette, ancak iyice yakınıma sokulup pullarla kaplı dersini gördüğümde, bundan iyice emin oldum. Pullar göğsünden yukarı seyrelerek yükseliyor, boynundaysa tamamen yok oluyordu.

İnsanüstü bir hızla çevremde süzülüp suya dalarken, balık kılçığına benzeyen sırtını ve hemen ardı sıra suya giren ve bir ahtapotun kolları gibi vantuzlu uzantılarını gördüm. Bu yaratık neydi, hiç bilmiyorum ama masallarda anlatılan denizkızlarından olmadığı kesindi.

Kazanın ve karşılaştığım tuhaf yaratığın etkisiyle nereye bakacağımı, ne yapacağımı şaşırmışken, inanılmaz bir şey oldu… Fırtına, kapatma düğmesine basılmış gibi aniden durdu, dalgalar sakinleşti. Ay’ın altında camdan bir atlas gibi pürüzsüzleşen okyanusun kusursuzluğunu sadece geminin yavaş yavaş suya gömülmekte olan baş kısmı ve etrafa dağılmış denizciler bozuyordu.

Bu sükûnet kulakları tırmalayan tiz ve güçlü bir sesle bölündüğünde, az önce karşılaştığım varlığa benzer kızıl saçlı başka bir tanesinin suyun içinden metrelerce yukarı bir ok gibi fırlayarak, gökyüzüne yükseldiğini ve az ileride suyun üzerinde kalmaya çalışan bir denizciyle birlikte karanlık sulara gömüldüğünü gördüm. Ardından başka bir tiz çığlıkla, uzun beyaz saçlı bir tanesi aynı şekilde fırlayıp, diğer bir denizciyi kaptı. Ve peş peşe tekrar eden bu sahne kısa süre sonra sona erdiğinde, denizin üzerinde benden başka hiçbir şey kalmadığının farkına vardım.

Kalbim, buz gibi suyun içinde donması gerekirken, göğüs kafesimi sızlatan bir tempoyla çarpıyordu. Bekledim… Başka ne yapabilirdim? Mutlak bir ölüm beni bekliyorken ve kaçabileceğim hiçbir yer yokken…

Birkaç dakika sonra fırtınanın içinde beliren topaz gözlü o kız, başını tekrar sudan çıkardı. Yüzünde duygusuz bir ifade vardı. Ardında yumuşak dalgalar bırakarak yaklaştı. Bir çığlık atıp, beni suyun dibine çekeceğinden o kadar emindim ki, saçının yeşilini andıran renkteki dudaklarıyla bana uzandığında, gözlerimi kapayıp sonumu bekledim.

Son hatırladığım buydu. Anakarayı görebileceğim bir mesafede küçük bir adanın sahilinde gözlerimi açtığımda, sanmayın ki öldüm de cennetteyim sandım. Güneş ve tuzdan pul pul kabarmış, sızlayan tenim, cehenneme daha çok yaraşırdı.

Hikâyemi uzun süre kimseye anlatmadım. Kim inanırdı ki? ‘Diğerlerinden farkın neydi? Böylesine bir dehşet gerçekten yaşandıysa, sen nasıl hayattasın?’ demezler miydi? Cevapları ben bile bilmezken…”

Denizcinin hikâyesini bilmeyenler, onun her gece ufka doğru kürek çekmesine bir anlam veremezdi. Biz biliyorduk; o içinde birer ateş yanan iki topazın peşindeydi. Ve bir gün gittiği maviliklerden geri dönmedi.

 

Görsel: Deviantart

, ,
Share
Share