Çaresizliği tatmayanlar için bir Thraki masalı…

Çaresizliği tatmayanlar için bir Thraki masalı…

Funda Demir
16 Nisan 2013

Bir varmış, artık yeter bu kadarı da olmazmış… Ne yazık ki evvel zamandan da yakın bir tarihte; görenleri, duyanları nefessiz bırakan, başlarından aşağı kaynar sular döktüren bir gün yaşanmış boğazlar ülkesi Θράκη (Thraki)’de…

Thraki gençleri bağımsız, özgür çocuklarmış. Bugüne kadar da başlarına ne geldiyse, sanıldığı gibi açıldıkları denizlerden değil, bütün kirlerini o denizlere bırakan çok kafalı ama beyinsiz canavarlar yüzündenmiş… Masal bu ya, bu çok kafalı ama beyinsiz canavarlar uzaktan kumandalıymış. Mevzubahis bütün dünyayı kendi pislikleriyle kirletmek ve o pisliğin içinde yaşamak olunca, antik çağlarda bile teknoloji önce savaşlar için kullanılırmış… Bunu bilen Thraki gençleri sokaktan içeri girmez, bir gün kafa yardırır, bir gün okuldan atılır ama yine de canavarların karşısında dururlarmış… Canavarlar ise imparatoru besledikleri için her yerde rahatça dolaşırmış… Boğazlar ülkesi o kadar büyük, o kadar gizemli ve güzelmiş ki; içinde dünyanın bütün renkleri saklıymış… Bugüne kadar keşfedilmemiş renkleri bulup Thraki’nin çocuklarına armağan etmek ise yine gençlerin işiymiş…

Gel zaman git zaman, o güzel coğrafyada bir şeyler ters gitmeye başlamış ve insanlar hastalanır olmuş. Öyle bir illetmiş ki bu, başta ne olduğunu anlamasalar da adını kanser koymuşlar. Nereden geldiği belli değil, kime musallat olduğu belli değil. Uzun ve zorlu bir mücadele istemiş iyileşmek…Thraki hekimleri seferber olmuş, gece gündüz çalışmış ama daha kolay bir tedavi yöntemi bulamamışlar. Parası daha çok olanlar uzak diyarlarda aramış şifayı.. Thraki devleti bu durumu pek umursamamış nedense. Hatta kansere neden doğanın katline ve HES denilen zehirli suların akmasına sessiz kalmış. Radyoaktif bulutların yağmuruyla sulanan çayları, fındıkları kendi halkına yedirmiş… Söylediklerine bakılırsa, güya kanserliler Thraki’nin özel şifahanelerinde bile bedava tedavi olabilecekmiş. Tabii sıra gelirse… Her özel şifahanede bir devlet doktoru varmış, ona da bekle ki sıra gelsin. Devlet şifahanelerinde de durum pek farklı değilmiş. Diyelim ki vatandaş kanser olduğunu öğrendi, eğer şansı varsa altı ay içinde ilk muayenesini olabilirmiş. Kullanmak zorunda oldukları em ve merhemler için kimisi her hafta, kimisi on beş yirmi günde bir ciddi akçeler ödemek zorunda kalırlarmış. Kiminin şifası ancak uzak diyarlarda bulunurmuş. Ya o merhemi kullanacaksın ya da kadere inanacaksın… Beklesen gelmez, söylesen duyan yok; her gün daha da büyüyen ölmek korkusu! Böyle büyük bir çaresizlik yaşanırmış. Kimisi suçsuz hekime saldırırmış, hekimi oraya çaresizlik içinde oturtanın yalanına kandığından. İşin kötüsü başına gelmeyen kimse anlamazmış bu halden…

Derken, gözlerinden çocuklar fışkıran bir kıza musallat olmuş bu hastalık. Tam da âşık olup gezip tozma yaşında! Pes etmemiş, boyun eğmemiş hiç! Herkes duysun bilsin ki geldiği gibi gidecek olan bir kansermiş bu! Ama o bulunamayan ilaçlar, ne yanından tutsan ipe sapa gelmez vurdumduymazlık korkutmuş kızı. Ben böyleysem, ya başkaları nasıldır kimbilir, demiş. Çok acılar çekmiş ama bu çaresizliğe mahkûm olmadığını anlamış eninde sonunda…. Ve sokaklarda alkışçıların cirit attığı o gün, imparatorun sayılı adamlarından birini görmüş. Derdini ve kendi gibi sıkıntı çekenleri anlatıp bu işi daha kolay bir yolla çözmek istemiş… Tedavi olabilmek, iyileşmek herkesin hakkıdır ve hiç bir bürokrasi bunu engellememeli, diye düşünmüş, o adam kalabalığın içinden yürürken. Kendisine yaklaşırken heyecanlanmış, kalbi duracak gibi olmuş. Bugüne kadar böyle büyük bir adamla yolu kesişmemiş hiç. Adamın yanında gezdirdiği, ağızlarından salyalar akan ve keskin dişlerini etraftakilere göstermekten büyük keyif alan köpeklerden korksa da, adına cesaret derler bir ateş yanmış kızın göğsünde. Kendini adamın önüne atmış ve tüm içtenliğiyle yardım istemiş. Kibiri dağlardan büyük olan zalim adam ise kızın yüzüne bakmadığından olsa gerek bir kese altını kızın cebine koyarak yoluna devam etmiş, ne dediğini bile dinlememiş… İşte o an yeryüzünün bütün yürekleri aynı anda acımış. Bir bıçak gibi saplanmış kalplere kızın acılarının toplamı. Hastalığın hırpaladığı bedeninde onurundan zerre kadar kaybetmeyen kız koşmuş adamın peşinden. Ayakta duracak hali olmamasına rağmen, koşmuş. Fırlatmış şeytanı taşlar gibi adamın cebine sokuşturduğu keseyi ve haykırmış: “Ben dilenci değilim! İnsanlık adına bir kez daha yanıldım, siz çaresizliği tatmamışsınız!” Gözünden yaşlar süzülürken Thraki’nin gelmiş geçmiş en hüzünlü masalının ilk cesur kahramanı olacağını bilmiyormuş! Kızın beklenmedik hareketiyle şaşıran adam karşısında kalabalığı görünce iyice afallamış. Yolun sonuna geldiklerinde kızın tuttuğu ellerini koklatmış vahşi köpeklerine, bulun onu demiş, bulun! Beni rezil eden o kızı bulun ve ne istiyorsa verin! Trenler geçmiş hızla koşan kızın arkasından adam ise öylece bakakalmış…

Kalabalığın içinden tüm olayı gören küçük bir çocuk ise köpeklerden önce bulmuş kızı. Önce öpmüş acıyan yerlerini… Sarılmış sımsıkı. Minik elleriyle yüzünü okşamış ve fısıldamış; “Üzülme, söylediğin çaresizliğin değil cesaretin, onurlu olmanın türküsüdür! Gözünden akıttığın yaşlarla boğulacak bir gün canavarlar. Bunu bil diye geldim peşinden, yalnız değilsin… değilsin!”

,
Share
Share