Bu bir belirsiz gidiş, hem çıkış var hem iniş!

Bu bir belirsiz gidiş, hem çıkış var hem iniş!

Laurelin
03 Mart 2013

Her şey Jack’in o fasulye sırığına tırmanmasıyla başladı. İlk dinlediğim masal olduğundan değil, ilk hatırladığım masal olduğundan… Bilmiyorum kaçınız masalların gerçek olmadığının farkına vardığında, benim kadar büyük bir düş kırıklığı yaşadı. Bahçenin dört bir yanına ektiğim fasulye tanelerinin, ertesi gün koca bir ağaca dönüşmesi yerine, haftalarca bekledikten sonra yalnızca cılız birer filiz olarak kendini göstermeleri, tek bir şeyin göstergesiydi: Yine doğru taneleri seçememiştim.

Birçok başarısız denemenin ardından, çalışmalarıma son verme kararı aldım. Aslında bu kararda, mutfağından aşırılan bakliyatlar yüzünden sabrı taşan annemin etkisini küçümsememek lazım. Zira açık görüşlü olmaya karar vermiş ve deneylerime, fasulyeye ek olarak nohut, barbunya, bakla ve buğday kullanarak devam etmiştim. Ne kadar çok numune, o kadar çok şans olasılığına da dayanarak, kilerin iliğini kemiğini kurutmam da cabası…

Evet, her şey o fasulye sırığıyla başladı ve bunların hepsi babamın suçu. Eğer bana bulutlara tırmanabileceğimi, ateş böceklerinin aslında ellerinde fener taşıyan küçücük cinler olduğunu, baykuşların konuşabildiğini, ormanların derinliklerinde yaşayan cadıları, perileri; ağaçların karakterleri olduğunu, rüzgârda ona göre hareket ettiklerini ve dahasını anlatmamış olsaydı, yaşadığımız gezegen sanırım bana yeterdi. Şimdi, babamın kalkıp, bilgisayar oyunlarının başında çok vakit harcıyorum diye beni fırçalaması adil mi? Ve yine ondan öğrendiklerim neticesinde Dünya’dan daha fazla şey bekliyorsam, bu benim suçum mu?

Neyse ki; hayal gücü denen bir yeteneğimiz var ve bazıları bu yeteneklerini sadece kendilerine saklamıyorlar. Bir kitapla, bir filmle ya da benim en çok hoşlandığım kapı olan bilgisayar oyunlarıyla, bir başkasının hayal dünyasına giriveriyoruz. Hiç düşlemediğiniz diyarlarda -öyle ya; bu aslında başkasının düşü-, aklınızın ucundan bile geçmeyen hikâyelerde yer bularak, maceranın ortasına dalıvermenin düşüncesi bile sizi de heyecanlandırmıyor mu? (Ne, heyecanlandırmıyor mu? O zaman daha fazla acı çekmenin anlamı yok, yollarımızı ayıralım. Zira, farklı dünyaların insanlarıyız.)

Maceram, Kara Kıyı isimli eski bir sahil kasabasında başlıyor. Şehrin isminin çok eskilerden; denizin, şeytanın yoğurduğu mahluklarla kuşatıldığı ve bu yüzden de kara renklere büründüğü zamanlardan geldiği anlatılanlar arasında. Kimisi de bu ismi, kasabanın ardında uzanan kara çam ormanlarının gölgesinden aldığını iddia ediyor. Neyse ne… Bir deniz kasabası olmasına rağmen diğer kıyılara olan mesafesi ve denizlerde kol gezen tehlikeler yüzünden zamanla tenha bir hal almış bu yere, eski dostları görmek için ender de olsa uğrarım. Üstelik hancının ürettiği bal şaraplarının hiçbir yerde eşi benzeri yok.

Ziyaretlerimde eski maceralarımın birkaçına eşlik etmiş ebedi dostlum Loki’nin demirhanesine uğramak ilk yaptığım iştir. Ancak diğer zamanların aksine, bu sefer beni karşılayan kapalı kapılar oluyor. Şaşılacak şey. Eğer ölmediyse, Loki’yi o ocağın başından ancak uyku alabilir ki; pek fazla uyuyan bir cüce de değildir.

Evine gidip kapısını çalmaya karar veriyorum. Lauren… Bir zamanlar ayak altında koşturup, türlü muzipliklerle etrafına neşe saçan o küçük kız, yüzünde sonsuz bir kederle açıyor kapıyı. Ağlayarak bana doğru atıldığında, bir sorun olduğunu iyiden iyiye anlamış oluyorum.

Demirci dostum bir süreden beri kayıpmış. Kara Kıyı’nın kuzey ucunda eski bir maden ocağına musallat olmuş bazı yaratıklar olduğu söyleniyormuş, ama olta dışında doğru dürüst silah kullanmayı beceremeyen balıkçı halktan kimse cesaret edip kontrol etmeye gidememiş. Küçük kız, madenlere gitmeye birkaç kez yeltenmiş ama orman korucuları kolundan tuttuğu gibi geri getirmişler.

Bu haberi alır almaz hana koşup ihtiyacım olan erzakı yüklenerek, atımın sırtında kuzeye doğru yola koyuldum. Gideceğim yer yarım günlük yürüme mesafesinde, yol madenlere pek de uzak olamayan bir yerden sonra bir patikaya dönüşerek ormanın içine dalıyor. Sınırda atımdan ayrılmalıyım. Madenlerde neyle karşılaşırım belli olmaz, ne kadar sessiz o kadar iyi.

Ormana kadar gayet sakin bir yolculuk yapıyorum. Sınırda yaşlı bir korucuyla karşılaşıyorum. Tanıdık bir yüz… Sohbetimiz uzun sürmüyor. Ormanın tabiatının nasıl değiştiğinden, havaya insanın tüylerini ürperten bir kötülüğün hakim olduğundan ve eskiden cıvıl cıvıl kuş kaynayan ağaçların, şimdi büyük bir sessizliğe gömüldüğünden bahsediyor. Bense niyetimin tüm bunların nedenini aydınlatmak ve Loki’yi bulmak olduğunu söyleyerek oradan ayrılıyorum.

Madene yaklaştıkça yeşillik giderek yoğunlaşan gri bir sis tabakasınca yutuluyor. Korucu az bile söylemiş. Burada değil kuşların, herhangi bir canlının yaşıyor olması mucize. Ağaçların öyle bir şansı olsa, köklerini söküp, arkalarına bile bakmadan kaçarlardı.

Madenin kapılarına yaklaştıkça bir mırıltı duymaya başlıyorum. Boğuluyormuş gibi genizden çıkan bu anlamsız seslerden, insan dışı bir varlıkla karşılaşacak olduğumu anlıyorum. Yanılmıyorum da… Bir insandan biraz daha uzun, yılansı iki vücut, kapının iki yanında dikiliyor. Ara sıra kıvrılan kuyruklarının üstünde sağa sola hareket ediyorlar. Perdeli ellerinde, boyum kadar palalar, bir kobra yılanını andıran kafalarında ve omuzlarında ise dikenli zırhlar var. Loki’nin işini nerede görsem tanırım. Umarım hâlâ yaşıyordur.

Kayaların ve ağaçların arkasına saklanarak yanlarına kadar sokuluyorum. Birden önlerine fırladığımda düşmanlarımdan tuhaf bir mırlama sesi yükseliyor. Ben ilkini hakettiği cehenneme yollarken, madenden dışarı bir grup daha akın ediyor. Kahretsin, o kadar hızlılar ki! Sadece görünüşleri değil, kıvraklıkları da bir yılan gibi… Zırhımı yeni tamir ettirmiş olduğuma şükrediyorum. Yine de bu beni tamamen koruyamaz. O büyük kılıçların darbesiyle birkaç kez yere savruluyorum. Bir… İki… Üç… Kaç tane bunlar? Sanki yok ettikçe çoğalıyorlar. Dışarıda kopan gürültüyü duyan diğerleri tek tek karanlıklardan çıkıyorlar. Zırhım ezilip, büzülüyor, vücudumu sıkıştırıyor.

Eski bir taktik uygulamaya karar veriyorum. Tüm hızımla koşarak aralarından uzaklaşıyorum ve aniden arkama dönüp bana en yakın olana güçlü bir darbe indiriyorum. Benden çok daha hızlılar ama o kadar kalabalıklar ki, birbirlerini ezmeden, itmeden ilerlemeleri imkânsız. Etrafımı sarmadıkları ve tek yönden geldikleri sürece, düşmanlarımı alt etmek o kadar da zor değil. Kılıcım bazen tek, bazense üç, beş hedefi birden buluyor. Aklıma tırpanla biçilen buğday tarlaları geliyor. Ne saçmalıyorum ben böyle? En ufak dikkat dağınıklığına yer yok.

Uzun süren çarpışmanın etkisiyle her yerim sızım sızım sızlıyor. Kollarım ve bacaklarım yaralarla dolu, ama içeri girmeli, dostumun akıbetini öğrenmeliyim. Mağaranın küf kokan toprak duvarına yaslanarak, meşalelerle aydınlanmış loş tünele giriyorum. Tünel bazı yerlerde birkaç kola ayrılıyor ancak ışık tek bir yolu işaret ediyor. İlerlerken karanlık köşelerden yeni düşmanlar fırlıyor önüme. Ama anlaşılan o ki dar alanlarda maharetlerini sergileyemiyorlar. Uzun kolları duvarlara, tavandaki tahta kirişlere çarpıyor. Beceriksizce savurdukları palaları savuşturmak çocuk oyuncağı.

Mağaranın derinliklerine indikçe bir çekiç sesi yükselmeye başlıyor. Her adımda daha çok… Dar tünelin ucu geniş, daire şeklinde bir odaya çıkıyor. Daha bir çok tünelin buraya çıktığını sonra fark ediyorum. Dostum Loki, odanın ortasındaki demirci ocağının başında… Onu hiç bu kadar zayıf görmemiştim. Bir cücenin olmaması gereken kadar zayıf. Arkası bana dönük… Sesimi duyduğu an bana döndüğünde, gözlerindeki zavallı ifade yerini sevince bırakıyor. Tam o sırada diğer tünellerden sürünerek çıkan yılansıları görüyorum. Dostum ucu ateşten kıpkırmızı olmuş bir kılıcı kapıp, hevesle bana bakıyor.

Sonrası mı? Klasik bir Loki ve ben sahnesi. O sersemletiyor, ben yok ediyorum ve böylece görünürde bir tane bile yılan kalmayana dek devam ediyoruz.

Madenden dışarı çıktığımızda, bu kadar çabuk değişmeyecek olmasına rağmen, ormanın havası bize çok daha ferah geliyor. Arkadaşımın hikâyesinin ayrıntılarını dinlemeden önce onu kızına kavuşturmam gerek. Zaten konuşacak hali olduğu da söylenemez. Hem böyle bir macera, zaferle sonlandırıldığında, hikâyesi ancak rahat bir koltukta, yanan ateş ve bir testi bal şarabı eşliğinde anlatılmalı. O da başka bir sefere…

 

Görsel: Deviantart

, , , ,
Share
Share