SAA-1 / 026 Susuzdede

SAA-1 / 026 Susuzdede

AHMET BÜKE
Sosyal Ayrıntılar Ansiklopedisi - 17 Kasım 2014

Benim işler açılınca, testici öteki çocuklar bozuluyor. Dalgalarına taş atıyorum haliyle. Kalabalığı bölmek iyi fikir. En irilerine kazandığımın üçte birini dağıtıyorum. Ama Bucalı biri var ki, olacak gibi değil. İkide bir önümü kesip, “Ya testini ya boğazını,” deyip jilet gösteriyor bana.

ailesi kaçak çocuklara

Bizimkiler arada böyle yapardı. Not bile bırakmadan çıkıp giderlerdi. Devlet en uzun kanatlı kuştu burada. İz bırakanı affetmez, alır giderdi. O yüzden, bir sabah uyanırdım ki, masada yarım sürahi süt ve –en sevdiğim– bebe bisküvisi. “Hah, yine kaldın mı tek başına,” diye içimden geçirirdim.

On bir yaşında çetin bir imtihan beklerdi beni.

Berber Kazım’a gittim önce.

“Aç mı kaldın?” dedi.

Hemen süpürgeyi kaptım, yerdeki saçları süpürmeye başladım. İki kara adam gelmiş, bir de havuç gibi kızılı, diye fısıldadım kendi kendime.

Berber Kazım, elleriyle dizini dövdü: “Vay, başıma gelenlere, vay!”

El etti karşı dükkâna. Bakkal Nihat kirli tezgâhının altındaki delikten çıkıp yürüdü.

(Bakkal Nihat’ın gençlikteki lakabı “Kirli”ymiş. Ama bunun pislikle ilgisi yok. Hapse düşen dostlarını ne yapıp ne edip çıkarmasıyla meşhurmuş. İlla rüşvet parasını bir yerden denkleştirirmiş, üstelik kimseden borç almadan. Bu yüzden kirli çıkı’nın kirli’si kalmış yadigâr. Yüz yıl falan sonra mezar taşında şöyle yazacaktı: “Kem aletle kemâlata ulaştı. Kalp ustası Bakkal Nihat”)

“N’oldu lan deli,” dedi Bakkal.

“Kaldı yine başımıza bu çocuk.”

Hiç duymamış gibi süpürgeye asılıyordum. Haftalık 20 lira olsa, parkta iki ay erik olur, sonra komşu bahçelerde vişneler başlar, evde ziyadesiyle patates ve soğan var, çatıda annem saksılara domates, biber dikmiş. Bu vartayı da böyle atlatırdım işte.

Berber Kazım, “Ben çırak falan alamam. Yaz günü kimse gelmez zaten. Dükkânı kapatıp köye gideceğim. Annemgiller tütün ekmiş, adam lazım dizmeye, baskıya.”

Tek ayağı üzerinde on yalan söylerdi bu adam. Anası rahmetli olalı kaç yıl oluyor. Helvası bile bizim evde karıldı. Namussuz mu namussuz, ama yine de süpürgenin sapına iyice asılıyorum. Mesele hayatta kalmak.

Aldı Bakkal Nihat.

Vurdu sazının teline:

“Benden hiç beklemeyin acıma. Kökenim Rum. Alamam Türk çırak. Adı çıkar. Devlet mim koyar kâğıdına. Memuriyeti yanar. Askerde olur piyade. Silah verirler, mermi vermezler. Tel nöbeti yazarlar. Hamam sırasının sonuna korlar. Kaynar su verirler sonra. Çöpe yollarlar. Araç komutanı bile olamaz. Kız vermezler. Sünnetini mutlak butlan[1] sayarlar. Yenilerler. Hastaneler temiz kâğıdı vermez ki evlensin…”

Böyle devam ettiler karşılıklı.

Anladım hayır yok buradan. Çıktım dışarıya. Dünyanın yükü omuzlarımda sanki. Çıra olsam, bir de kibrit: Yakacağım tüm mahalleyi. Mahalle de devleti tutuştursun inşallah, amin!

Komşumuz Nazire Hala gördü beni.

“Yine mi kaçak sizinkiler,” dedi.

“He,” dedim.

“Evladım, bu itlerin maskarası olma sen…”

O sırada Berber Kazım ve Bakkal Nihat da dışarıya çıkmış, başları önde, Nazire Hala’yı dinliyorlardı.

“Utanmaz sıkılmaz bunlar. İşçi-köylü-gençlik bir birleşsin önce, şu küçük esnafı yağlı kazığa oturtacağım ben.”

Son lafları duyar duymaz Bakkal ve Berber ağlayarak ayrı ayrı dükkânlarına doğru kaçtılar ve kapılarını içerden kilitleyip kayboldular.

“Gel sen buraya,” dedi bana.

Koşarak apartmana gittim. Acaba annemler gelene kadar beni yanına mı alacak?

Kapıya çıkmış. Elinde kızıl bir testi.

“Ben sana bakamam. Aklındakini unut hemen. Evdeki tayın ikimize yetmez. Biri ölür açlıktan. Bunca yıl sonra aç ölmek istemiyorum. Seni de elimle gömmek istemem. Bu bardağı (eskiler testiye ‘bardak’ derdi) al. Bak, sapında ‘Elif Lam Mim’ mührü var. Bununla taşınan suya iyi bahşiş verirler. Doğru Susuzdede’ye koş şimdi.”

Susuzdede dedikleri, denize karşıcı bir tepe. Kel mi kel. Tepesinde bir yatır var. Bebesi olmayan kadınlar mezara su dökerler.

Bende işe başladım yokuşta.

Belde[2] iğde ağaçları var. Onların altında, söğüt dibinde bir çeşme. Testiye suyu orada dolduruyoruz. Koşarak tepenin dibinde bekleşiyoruz. On kadar çocuk var benim gibi. Kadınlar gelip bizi ünlüyor. Biri beni çağırdı mı, mührü gösteriyorum hemen. Kimi ürküp bırakıyor. Ama uzun siyah başörtülü Yahudi teyzeler var, onlar hemen yanaklarımı okşuyor. ‘Elif, Lam, Mim’e en çok onlar bahşiş veriyor.

“İşler iyi,” diyorum kendi kendime.

Dönüşte Göztepe’den alışveriş yapıyorum. Helva, ekmek, boyoz ve Tire tulum alıyorum.

Bakkal Nihat çok bozuluyor.

“Evlatçım, neden bizi es geçiyorsun. Tulumun hası bende.” Berber Kazım gözyaşları içinde. “Sakın oralarda alabros[3] kestirme. Makası kör, berberi nankördür Göztepe’nin,” diyor.

Fakat zorlu bir durum var.

Benim işler açılınca, testici öteki çocuklar bozuluyor. Dalgalarına taş atıyorum haliyle. Kalabalığı bölmek iyi fikir. En irilerine kazandığımın üçte birini dağıtıyorum. Ama Bucalı biri var ki, olacak gibi değil. İkide bir önümü kesip, “Ya testini ya boğazını,” deyip jilet gösteriyor bana.

Sonunda mecbur kaldığımı yapıyorum.

İki haftalık paramı dağıtıyorum. Beş çocuk bir olup Bucalı’yı kayalıktan itiyoruz. İki bileği de çıkıyor.

Hiç beni kınamayın.

Annemler gelene kadar idare etmeye mecburum.

Tırnaklarımı geçirdim toprağa.

Bana değil, o alıcı kuşa sövün.

 

[1] Geçersiz.

[2] Bel: Dağ sırtlarında geçit veren çukur yer.

[3] Fırça gibi dik kesilmiş erkek saçı.

, , , , , , ,
Share
Share