Hayat İşte

Hayat İşte

NESLİHAN ÖNDEROĞLU
Cin Atı - 07 Şubat 2017

Giyinme odasının aynasında baba oğul yan yana duruyoruz. Üstümüzde az önce mağaza görevlilerinden birinin bedenimize göre bulup getirdiği takım elbiseler. İkimizinki de aynı renk; koyu lacivert.

Ben, siyah olsun dedim. Filmlerde öyle görmüştüm, cenazelerde siyah giyilir.

Babam, “Şart değil,” dedi. “Koyu renk bir şey olsun yeter. Siyah alırsak sonra başka yere giymek zor. Garson gibi gezecek halimiz yok ya.” Böyle söyleyip aynada gülüyor.

Sinirleniyorum. Dün dört saatlik otobüs yolculuğundan sonra gittiğimiz evinde, babaannemin cansız bedenini kanepede gözleri açık öylece yatarken bulduk. Yol boyunca, bir şey lazım mı, diye sormak için telefonla arayıp bir türlü ulaşamamış, bunu mutfakta bize içliköfte hazırlıyor olmasına yormuştuk. Eve girdiğimizde, masada bir tepsi dolusu haşlanmaya hazır içliköfte vardı ve bizim için hazırlanmış o köfteler daha sonra komşu kadın tarafından haşlanıp, başsağlığına gelenlere ikram edildi.

Annesi ölen biri daha ertesi gün böyle gülümseyemez diye düşünüyorum. Bunun için kızıyorum babama. Yoksa, hayat devam edecek, biliyorum. Yarın babaannemi gömeceğiz, gelenlerin başsağlığı dileklerini kabul edeceğiz, içliköftelerin kalanını yiyeceğiz, sonra evdeki eşyaları boşaltacağız, evi kiraya verip, üstümüzdeki bu lacivert takımları bavulumuza düzgünce yerleştirip evimize döneceğiz. Herkes işine gücüne bakacak. Bu yolculuk, zamanla acı bir anıya dönüşecek. Babaannemin yüzü de belleğimizde, tıpkı kapıyı açtığımızda karşımıza çıkan o bir tepsi dolusu köfte, üstünde yattığı kim bilir kaçıncı kez yüzü değiştirilmiş kanepe, mutfakta her zaman duvara dayalı duran bakır sini gibi, giderek silikleşecek.

“Aptal gibi görünüyorum,” diyorum aynadaki görüntüme bakarak.

Aslında ikimiz de aptal gibi görünüyoruz. Babamı da kendimi de en son ne zaman takım elbiseyle gördüğümü hatırlamıyorum bile. Sanırım o, ablamın düğününde giymişti. Ben o gün bile, bütün ısrarlara rağmen, kot pantolonumun üstüne ancak beyaz gömlek giymeyi kabul etmiştim.

“Alışık değilsin, ondandır,” diyor babam. “Hele bir çalışmaya başla, takım elbise giymeye de alışırsın.”

Cevap vermiyorum. Böyle bir durumdayken onunla, bu şekilde bir takım elbiseyle gitmek zorunda kalacağım bir işte asla çalışmayacağımı tartışmanın gereği yok. Ben de gülümsüyorum. Söylenecek bir söz olmayınca dudakların yukarı doğru bükülmesi insanı kurtarıyor.

“Çok güzel oldu, tam üstünüze göre dikilmiş sanki,” diyor satış görevlisi.

Ben yaşlarda, bıyıklarıyla keçi sakalları sarı bir oğlan. Babaannemin “bozo” dediklerinden. Böyle sarı oğlanlara metelik vermez; “Erkek dediğin, senin gibi kara kaş, kara göz olmalı,” derdi.

Böyle olacak. Bir süre daha pek çok şey onu hatırlatacak bana. Sık sık onu düşüneceğim. Yerde bir sininin yamacına bağdaş kurup yemek yerken, böyle çipil sarı bir oğlan gördüğümde veya akraba evlerinde sabun kokulu yastıklara başımı koyduğumda… Sonra yavaş yavaş her şey aslına dönmeye başlayacak. Hayat işte.

Babam, “Tamam,” diyor. “Bunlar olsun.”

Bozo’nun yüzü gülüyor. İki takım elbise sattı, kolay değil.

“Ben fişinizi keseyim efendim,” diyor.

Yan yana iki soyunma kabinine girip üstümüzdekileri çıkarıyoruz. Eski giysilerimizin içine giriyoruz. Kabinin aynasındaki tanıdık görüntüme bakıp aslıma döndüğümü düşünüyorum. Babamın da yan kabinden, rahatlayarak içini çektiği duyuluyor.

Elbiseleri toplayıp alıyor satıcı çocuk. Üstüne koyduğu fişle birlikte, götürüp kasaya teslim ediyor.

“Başka bir şey daha bakmak ister misiniz?” diye soruyor gülerek. “İpek kravatlar yüzde elli indirimde. Belki beyaz gömlek?”

Babam omuzuma elini koyup, kasaya doğru yöneltiyor beni.

“Yok,” diyor. “Başka bir şey istemiyoruz. Kravat takmasak da olur.”

Az sonra elimizde iki büyük torbayla dışarı çıkıyoruz. Cadde kalabalık. Güneş vurdukça torbaların sarı, turuncu ve mavi renkleri neşeyle parlıyor. İçinde bulunduğumuz duruma uymadığını düşünüp, keşke siyah bir torba olsaydı, diye geçiriyorum içimden. Cenaze evleri için, düğün evleri için filan ayrı renkte torbalar kullansa ya mağazalar.

Minibüs duraklarının arkasındaki otoparka gitmeden, babam eliyle meydandaki çay bahçesini işaret ediyor.

“Hadi gel,” diyor. “Babaannen burayı pek severdi. Birer çay içmeden dönmeyelim.”

, , , , , ,
Share
Share