SAA-1 / 019 As

SAA-1 / 019 As

AHMET BÜKE
Sosyal Ayrıntılar Ansiklopedisi - 22 Eylül 2014

Ama mahalle böyle bir şeydir. Olmayanı oldurur, inanılmayanı yüz yıllık gerçekmiş gibi karşınıza diker. Onun gücü ve ikna ediciliği karşısında durulmaz.

 

As* bize gelmezdi hiç. Ne kapımızı çaldı, ne karşımıza çıktı.

Ben sadece söylentisini duydum.

Gördüm diyenlerin çoğunun da “Allah bir!” dediğine inanılmazdı aslında. Ama mahalle böyle bir şeydir. Olmayanı oldurur, inanılmayanı yüz yıllık gerçekmiş gibi karşınıza diker. Onun gücü ve ikna ediciliği karşısında durulmaz.

Karataş’ta Adile Naşit Parkı vardır. Biraz aşağısında da Zeki Müren Parkı. İsimlerin Türkçe olduğuna aldanmayın, Zeki Müren’i bilmiyorum ama Adile Naşit’in eski bir şapelin bahçesi olduğunu, yaşı yeterince büyük olan herkes size anlatır. Bakkal Nihat –yüz yaşını geçti, Allah uzun ömür versin– başı kara yazmalı, yüzünü saklayan Rum kadınların gelip, parkın duvarında sessizce ağladıklarını söylerdi.

Elbette şapeli yıkmışlar. Bizden olmayana asla acımazlar mahallede. Küçük mahzeni talan edilmiş. Bakkal Nihat, o kargaşada ortaya dökülen ganimeti helva kâğıdına not etmiş:

  • İki kırık sedir.
  • Bir kelle Milas halısı.

Abrajlı. Dokuyan kadın tam göbeğe geçince ipi bitmiş. Kök boya, ip kazanlarda kaynatılır. Her kazanın tonu da kendine göre olur. Göbeğe öteki kazanın ipinden devam edince, ton farkı olmuş. Şapelin büyük halısı abrajlı doğmuş. Daha ucuz diye almışlar herhalde.

  • Ayafotini’nin renkli kartpostalı.

Arkasındaki notta, “1797 Yeniçeri ayaklanmasında kundaklanan canım aşkım, ruhum, temelim, evim, güzel kilisem, Tanrı’nın hoş evi” yazıyor.

  • ”O Filos Ton Neon” gazetesinin tomar tomar nüshaları.

Bakkal Nihat’ın, helva kâğıdına düştüğü notları –tarihe olan saygımdan ötürü– aynen aktarıyorum: “O Filos Ton Neon, ‘gençlerin dostu’ demek. Nenem, dedemden gizli gizli alırdı. Yastık kılıfına saklar, geceleri şekeri yükselen dedemin bir an önce öteki dünyaya gitmesi için haç çıkardıktan sonra, sessizce sayfalarını çevirerek, sokak lambasının odaya vuran ışığına tuta tuta okurdu. Ah nenecim, kınalı saçlı nenecim…”

  • Bir paket damla sakızı.
  • Bir şinik buğday.

“Bu imkânsız ağalar! Nasıl olmuş da kurtlanmamış, çürümemiş, ölmemiş bu buğdaylar…”

Sefer bitince, şapelin duvarlarını yıkmışlar. Ahşapları evine sobalık diye götürenler olmuş, sağlam kiremitleri çekmişler. Hatta, baca testisini bile götürmüş birisi. Çatısına koymuş. Ama bir fırtınada baca devrilmiş, çatıyı çatlatmış, yağmur sabaha kadar içeri akmış, elektrik ark yapmış, fişe takılı radyonun anteni adamın pirinç karyolasına dokunuyormuş. Adamı sabah, ızgarada unutulmuş palamut gibi bulmuşlar. Kara kuru ve üzgün halde Bahri Baba’ya gömmüşler.

Çok sonra, şapelin büyük bahçesinin bir köşesine tahta bir baraka kurmuş Pişici Halil.

Ben Halil’in son pişilerini biliyorum. Kemeraltı’nda, Rahmetli İsmet Paşa’nın doğduğu evin olduğu yokuşun başında dükkânı vardı. Hatta, sonra orası İşçilerin Sesi gazetesinin bürosu oldu.

Mayası onunla beraber sır olan pişi hamurlarını fısıldayarak kızartırdı.

Ne fısıldıyordu?

Güya üç harflilerle konuşuyormuş. Hep Kemeraltı kumrucularının tevatürü bunlar. Adam ıhıldıyordu sıcak yağın karşısında bence.

Neyse.

İşte, Pişici Halil zamanla o barakayı mamur etmiş. Allah’ın da yardımıyla, temelden dört katlı eve yükseltmiş. Terasında güvercinleri ve sardunya saksılarıyla kendine göre bir dünya kurmuş. Ben de son zamanlarına şahidim. Kendi halinde bir deliydi işte.

Mahallede sadece Bakkal Nihat, Pişici Halil’in herkesten sakladığı sırrını biliyordu.

“Gel sana anlatayım,” dedi. “Yoksa ben dayanamam birisine anlatırım. Senin arkadaşın falan yok. Sende kalır. En fazla yazarsın, onun da kıymeti harbiyesi olmaz zaten.”

Pişici Halil, her sabah bütün İzmir’i kızarttığı hamurla doyursa bile, değil o apartmanı yapacak, iki balkon çıkacak kadar para kazanamazmış.

E, nasıl olmuş bütün bunlar?

Halil’in kapısını uzun, beyaz saçlı bir papaz çalmış bir gün. “Bu arsayı ite, köpeğe bırakma. Etrafını çevir. Ağaç dik, su çıkar. Al sana bir kese altın. Al, şu as da bizim hükmümüzü sürsün burada,” demiş.

As, Halil’e pırıl pırıl kürkünün arasından keskin dişlerini gösterip tıslamış ve cup bahçeye, otların arasına dalmış.

Yaşlı papaz, “Ondan korkma. Evinde güvercin besle. Her hafta bir tanesini ver. O doyar, seni de rahatsız etmez,” diye de eklemiş.

Bakkal Nihat’a, “Bu kadar yalan dolan bir hikâye duymadım,” deyince, beni dükkândan kovdu. Üç yıl falan önünden geçemedim.

Sonra bir gün, beni çağırtmış çocuklara.

Koştum, gittim.

“Gel çabuk,” dedi.

“Halil’in terasına bak.”

Halil Amca her zamanki gibi güvercinleri yemlemiş, divanın üzerinde dinleniyordu. Omzunda da iki güvercin tünemişti.

“Yok, üç gündür aynı yerde oturuyor bu,” dedi.

Tezgahın altındaki eski Cumhuriyet gazetelerinin arasından tozlu mu tozlu bir dürbün çıkardı.

“Al iyice bak.”

Dürbünü gözlerime yaklaştırdım.

“Ne görüyorsun?”

“Pişici Halil.”

“Ee?”

“Gözleri yok… Kuşlar oymuş galiba.”

Halil Amca’nın üç günlük cenazesini belediye kaldırdı.

Bakkal Nihat, “Aç as ortalıkta geziyor. Tuttuğunu yer bu,” diyerek Sisam’daki akrabalarının yanına taşındı.

Pişici Halil’in mirasçısı olmadığı için, apartmanını belediye yaşlılar evi yaptılar. Bahçesi de Adile Naşit Parkı oldu.

As, benim karşıma hiç çıkmadı.

Ama biliyor musunuz, bizim mahallede hiç kedi, köpek hatta serçe kuşu bile yok artık. Sadece okey oynayan yaşlılar ve her zaman bomboş olan bir park var.

* As: Kakım ya da ermin de denilen hayvan.

, , , , , , , ,
Share
Share