SAA-1 / 011 Kahvehaneler

Fotoğraf: Fethi Sabunsoy)

SAA-1 / 011 Kahvehaneler

AHMET BÜKE
Sosyal Ayrıntılar Ansiklopedisi - 21 Temmuz 2014

O zaman kahveler, Halkçı ve Adaletçi diye ikiye ayrılırdı. Halkçı kahvelerindeki kocaman çerçevelerde, pinpon yaşlı yüzüyle elinde mikrofon tutan –Kim Dergisi’nin poster ilavesi– İnönü ve altında “Kıbrıs Fatihi” yazan kavruk Ecevit resimleri olurdu. Adaletçiler’de ise ön dişleri ayrık, Toptancı Meşin Amca gibi gülümseyen Demirel resmi asılırdı.

Kahvehaneler deyince ilk hatırladığım şey koku.

Yok, sigara kokusu falan değil. Gazoz kapağı kokusu.

Gazoz kapağı önemli bir varlık göstergesiydi ve edinmenin iki yolu vardı. Ya oyunda üteceksiniz ya da arayıp bulacaksınız. Eskiden taşrada öyle yol üzerinde gazoz kapağı falan bulunmazdı. En çok haftada bir içebildiğimiz gazozun kapağını kim atacak da biz bulacaktık? Dolayısıyla işin membaına yani kahvehanelere gitmek zorunluluktu.

Eğer garson ya da ocakçı sizi kovmazsa ya da fark etmezse, yerdeki kapakları cebe atıp tabanları yağlamak mümkündü.

Benim işim daha kolaydı. Çünkü Üürü Abi –büyük kahvenin garsonu– bizim mahallede oturuyordu. Horoz gibi burnu olduğu için herkes ona “Üürü” derdi. O da hiç garipsemezdi bu ismi.

Hatta nenesi bile, torunu sabah erkenden işe giderken pencereyi açar, “Üürü, akşama çarşıdan siparişlerimi unutma,” derdi.

Üürü Abi, ayda bir iki defa beni kahveye götürür, bir masaya oturtur, önüme de bir oralet koyardı. “Canın sıkılana kadar bekle. Gazoz içen olursa, kapakları köşedeki çöpe atarım, oradan alırsın,” derdi.

Bir de o zaman kahveler, Halkçı ve Adaletçi diye ikiye ayrılırdı. Halkçı kahvelerindeki kocaman çerçevelerde, pinpon yaşlı yüzüyle elinde mikrofon tutan –Kim Dergisi’nin poster ilavesi– İnönü ve altında “Kıbrıs Fatihi” yazan kavruk Ecevit resimleri olurdu. Adaletçiler’de ise ön dişleri ayrık, Toptancı Meşin Amca gibi gülümseyen Demirel resmi asılırdı.

Üürü Abi’nin kahvesi Adaletçi’ydi.

Bir defasında duvara Demirel ve Nazmiye Hanım’ın beraber olduğu yeni bir fotoğrafını astılar. Siyah, güzel bir arabanın içindeydiler. Demirel her zamanki gülümsemesiyle ufuklara –nurlu olan– bakıyor, Nazmiye Hanım direksiyona sıkı sıkı yapışmış, heyecanla aracı sürüyordu. Önce kimse ilgilenmedi. Ama öğlene doğru gelen yaşlı bir amca, “Bu ne yahu? Ayıptır, günahtır!” dedi.

Sonra bir tartışmadır başladı.

Kahve ikiye ayrılmıştı. Bir grup –daha yaşlılar– fotoğrafa şiddetle karşı çıkıyordu. “Ağalar burası kahve. Af buyurun söven var, yellenen var, sarhoşu var… Delisi gelir, cahili gelir. Başvekilin hanımı için müsait bir yer değil,” diyorlardı.

Ötekiler ise, “Yengeye yan gözle bakanın gözünü –af buyurun– gerisinden çıkarırız,” havasındaydı.

İş epey büyüdü. Hatta Ali Amca, önündeki daha açılmamış bira şişesini –evet o yıllarda kahvelerde bira da satılıyordu– yere çaldı. Her zamanki gibi herkes birbirini ayırmak için ayağa fırladı. O kadar ki, kimin kiminle kavga ettiği bile unutulurdu o anlarda. Ben ise yerde dizlerimin üzerinde dikkatle ilerleyip, cam parçalarından sakınarak bira kapağının peşine düştüm. Zira bir bira kapağı beş kola, on sade gazoz kapağı değerindeydi.

Sonunda curcuna durdu. Kahvenin akil adamları işe el koydular. Orta yol bulundu. Çerçeve kahvenin içine değil, bahçedeki yaşlı akasya ağacının bedenine çakıldı. Bir gece, biz iki arkadaş –Demirel Amca kusura bakmasın– sapanlarla camını kırana kadar da orada kaldı. Halkçı kahvesindeki abiler işi biliyordu. Bir Nazmiye-Süleyman çerçevesi = Yüz gazoz kapağı!

Sonra 12 Eylül gelince, o fotoğrafların hepsi kalktı.

Yerine gelecek en ucube şeyler bulundu. Milli Güvenlik Kurulu üyelerinin toplu fotoğrafı. Başköşe artık onlarındı.

O yıllarda kahveye gazoz kapağı için gitmiyorduk artık elbette.

Özellikle akşamları kahveye çıkmak taşrada büyüyüp adam olmanın göstergelerinden biriydi. Zaten erkeklerin hemen hepsi akşam yemeğinden sonra ya camiye ya kahveye giderdi. Kadınlar da evlerde toplanır, çay demleyip çekirdek çitlerlerdi.

Geçen gün düzeltisini yaptığım kitaplardan birinden öğrendim ki, Osmanlı’da özellikle yoksul evleri için kahvehaneler misafir odası gibiymiş. Tek göz odada haremlik-selamlık olamayacağı için erkekler kahvede, kadınlar da evlerinde misafirlerini ağırlarlarmış. Bunun kırık dökük devamı benim ilkgençliğime kadar sürmüş demek ki.

Üniversite yıllarımda ders çalışmak için epey giderdim kahvelere. Özellikle İzmir sıcağında Tilkilik’teki Aynalı Kahve ya da eski çınarın altındaki Altınordu Kahvesi öğleden sonraları –kara sinekleri saymazsak– çok sakin ve sessiz olurdu.

Altınordu Kahvesi’ne çok ilginç abilerin de takıldığını biliyorum. Sahte Rıfat, bunlardan birisiydi. Görünürde kasaptı. Hatta dükkânı da vardı. Ama asıl zanaatı, kalp para basmaktı. Kimse hakkından gelememiş. O zamanki emniyet müdürü –bizzat kendisi– Sahte Rıfat Abi’yi iki ayağından tutarak mendirekte denize batırmış. “Ya tövbe edeceksin bu işe ya da seni burada çipuralara yem edeceğim,” demiş. Ben onu tanıdığımda elleri titreyen bir tövbekârdı.

“Şimdi kuzu eti diye keçi eti satıyorum. Ama yerini tutmuyor namussuz,” diye sızlanırdı.

En komik yakalanma anısı da, evine giren hırsızı kovalarken yaşamıştı. Bir gece tıkırtılara uyanan Sahte Rıfat Abi, hırsızla burun buruna gelince, onu kovalamaya başlar. Basmane Karakolu’nun önünde artık adamı yakalayamayacağını anlayınca, doğru içeri girer ve şikayetçi olur. Polisler de “Aaa, ulan biz de bir haftadır seni arıyorduk,” diye kelebeği bileğine takıverirler.

İşte böyle.

Öykü de yazdığım oldu kahvelerde.

Ama hiç dergi çıkarmaya karar vermedim. Ya da edebiyatçılarla oturmadım.

Benim gittiğim kahvelerde en fazla Fırt Dergisi okunurdu zaten…

 

 

 

, , , , , , , , , , , ,
Share
Share