SAA-1 / 007 Nergis, Şevketibostan ve Gani Dayı

SAA-1 / 007 Nergis, Şevketibostan ve Gani Dayı

AHMET BÜKE
Sosyal Ayrıntılar Ansiklopedisi - 23 Haziran 2014

“Bir sabah karakol komutanı çağırdı beni. ‘Gani’ dedi, ‘teçhizatını kuşan ama silahını alma. Nazım Hikmet’i götüreceksin Çekirge’ye’. Giyindim. Nazım yanımda…”

Yola çıkmak için bir neden bulmak gerekmiyor. Bazen Karaburun’a gitmenin kendisi bir neden olabilir. Yani kendinde bir neden olarak Karaburun diyebiliriz.

Fakat vesile de yol için iyidir.

Sık sık nergis toplamaya giderdik, misal.

Karaburun’un saklı kuytuluklarında yabani nergisler olur.

Gül ile nergis birbirine âşık olmuş, derler. Kıskanan tanrılar, nergisi göz şeklinde çiçek haline dönüştürmüş. Belki de bu nedenle koyaklarda, çalıların açıklığında ya da uçurumun hemen önünde büyüyen nergisleri görmek için iri iri açmak gerek gözleri.

Akrabalığı severler. Önce ufakları, yeni boy atanları, henüz çiçeğini içinde taşıyanları görürdük. Onlar öncüdür. Üç beş adım sonra bütün aşiret ortaya çıkar.

Belki yüz adımlık bir daire de başka öbeklere de rastlarsınız.

Koca bir yamacı akşama kadar dolaşıp onlarca nergis köyüne uğradığımı biliyorum.

Burada mesele, hepsinden en fazla bir iki dal almaktır. Fazlası sonraki yılları zora sokar. Ufak bir demetin kokusu yeter zaten günlerce.

Nergislerle arabaya biniyorsanız, camları hafifçe açmayı unutmayın ama çünkü kokusu bir süre sonra sizi uyutabilir. Tecrübeyle sabit. Bir defasında öyle ağırlaşmıştım ki, deniz kenarına çekip şekerleme yapmıştım yola devam edebilmek için.

Karaburun için yola revan olmanın bir nedeni de şevketibostan olur.

Biz kısaca “şevket” deriz ona ama bostanotu, şevketotu, mübarekdikeni, akkız öteki isimleridir. Ege mutfağına Girit göçmenleri tarafından getirildiği söylenir. Eskiden, Bayramyeri pazarının ara sokaklarında, merdivenlik bir yerde ot pazarı olurdu. Denir ki, Giritli o merdivenin başından sonuna inip yüz kusur çeşit otu gördüğünde “Oh be” dermiş. “Bu hayat bir armağan.”

İhtiyar Giritliler şevketi, arapsaçı ve enginarla pişirirlermiş. Ayrıca, bir taşım kaynattıkları suyunu gece boyu taş avlunun serinliğinde bekletip, ertesi gün içerek böbrek taşı ya da kumu dökerlermiş. İdrar yollarıyla ilgili şikâyetlere iyi geldiğine inanırlarmış.

Bir teyze bana balıklı bamyayı nasıl pişirdiklerini de anlatmıştı ama unuttum şimdi. Unutmak iyidir. Başka şeylere yer açar. Bir de aniden geri gelir. Şimdi dört gözle bu tarifin evrende dönüp dolaşıp yine bana geri gelmesini bekliyorum. Misal, staka’yı hatırladım şimdi: “Evlatçım, sütün kaymağını biriktir, unla kavur sonra şekerleyerek afiyetle ye. Tamam mı…”

Şevket demiştik.

Aslında bildiğiniz dikene benzer şevket abi. Nisan-temmuz ayları arasında sarı sarı çiçeklenir. Ot köklerden ve dikenli yapraklardan oluşur. Önce dikenli yapraklar temizlenir, sonra kökleri toprağı kazıyarak çıkarılır. Zahmetlidir. Az bulunur. İzmir’de bahar aylarında “Şevket bu sene yine etten pahalı,” lafı epey bir dolanır.

Karaburun’da Emel Abla’mız var bizim. Onun şevket tarifini yazayım buraya:

“Eti unut güzelim. Et candan can almaktır. Yemeğe ah girmemeli. Zeytinyağlısını yap sen. Otumuzu onu üzmeden, hırpalamadan yıkıyoruz. Sonra küçük küçük parçalara ayırıyoruz. Şevketin gövdesini yani beyaz kökleri soğanla birlikte yağda kavuruyoruz. Çok değil ama. Az da değil. Tam kararında. Ardından yeşil kısımları da atıyoruz ve solana kadar birlikte kavuruyoruz. Otu kavururken tuzunu da atıyoruz ve üzerine bir çay bardağı kadar su döküp kapağını kapatıyoruz. Pişirmeyi başında beklemek önemli. Çok ustalar başında durmaz, gider oturur. Kokusundan anlar. Ama bunu yapabilen kalmadı artık. En iyisi hazır olda durmak. Şevketin beyaz kısımları yumuşadığında, ocağı kapat. Ama yumuşama dediğim, hamur kıvamı değil. Dişine gelecek yani…”

Hepsi güzel bunların, değil mi?

 

SAA007-GaniDayiBir de Gani Dayı vardı. O da çok güzel bir adamdı. Karaburun’a varmadan hemen önce, Ambarseki köyünde taş duvarlı, taş avlulu bir evde otururdu.

Gani Dayı, Alman Harbi’nde asker. İstanbul Maçka’da kulak ağrısıyla gittiği revirde bit kapınca, uyuzdan ölmesin diye üç ay hava değişimi verip eve geri yollamışlar. Dönüşte birliğini bulamamış yerinde. Eline bir kâğıt tutuşturmuşlar sonra: “Bursa Hapishane Karakolu”

Sonrasını şöyle anlatmıştı bana:

“Hapishanenin önünde on beşe on beş bir beton var. Oradan girdin mi, içeride meydanlık, gardiyan odaları, müdüriyet. Orta yerde de nöbet kulübesi var. Açıklık kısımlara ayrılıyor. Üç kısım. Her sabah meydanlığa birisi çıkıyor. Diğer mahkûmların burnu görünmez ama o çıkıyor. Betonlukta idman yapıyor. Sonra iş ocağına gidiyor. Dediler ki, bu Nazım Hikmet’tir.”

Gani Dayı böyle görmüş ilk kez Nazım’ı.

“Bir sabah karakol komutanı çağırdı beni. ‘Gani’ dedi, ‘teçhizatını kuşan ama silahını alma. Nazım Hikmet’i götüreceksin Çekirge’ye’. Giyindim. Nazım yanımda. Kapıdan taksiye bindik. Hiç konuşmadı önce. Bir müddet sonra arabadan indik. Yüz metre ileride Yıldız Oteli var. ‘Bak’ dedi ‘O oteldeyim ben. Akşam beşte geri gelirsin.’ Zaten komutan söylemiş bana. ‘Nazım’ın hanımı gelecek. Sabah otele götüreceksin, akşama geleceksin,’ diye.”

“Tam otele giriyordu ki, durdu. Eliyle işaret etti. Otelin lokantasına girdik. Aşçıya seslendi. ‘Bu çocuk akşama kadar ne yerse hesabını ben ödeyeceğim’ dedi. Sonra cebime iki buçuk lira koydu. ‘Kahveye gidersin. Canın sıkılmasın’ dedi.”

Gani Dayı böyle bir kaç kez getirip götürmüş Nazım’ı.

“Şiirlerini verdi bana. Nöbette kimseye göstermeden okurdum. İyi adamdı da kıymeti bilinmedi işte.”

Gani Dayı, doksanına doğru rahmetli oldu.

Bana kendi eliyle ördüğü küçük bir zeytin sepeti kaldı yadigâr.

Bütün bunların hepsi güzel değil mi?

Hayat işte. Annemin dediği gibi, kara gün kararıp durmuyor, gülümsetiyor da arada insanı…

 

 

, , , , , , ,
Share
Share